MİLLÎ BİR HAFTA

Değerli Okurlar;

Son günlerine ulaştığımız, içinde bulunduğumuz bu hafta; ‘millî’ olarak nitelendirilebilecek iki önemli hâdiseye, sene-i devrîyesi olmasından hareketle ev sâhipliği yapmış oldu. İlki, ‘Türk Milliyetçiliği’nin ateşli savunucusu ‘Yusuf Akçura’nın, 11 Mart 1935 târihindeki vefatının; ikincisi ise millî marşımız olan ‘İstiklâl Marşı’nın, 12 Mart 1921 târihinde TBMM tarafından resmî olarak kabûl edilişinin yıldönümüydü. Bu iki millî kimlik ve değer hakkında birkaç satır yazmadan, bilgi vermeden geçmek, büyük bir hatâ olur diye düşünüyorum…

 

‘Türkçülük Akımı’nın En Güçlü Sesi; ‘Yusuf Akçura’

 

Türkçülük akımının önde gelen temsilcilerinden olan Tatar asıllı yazar ve siyâset adamı Yusuf Akçura; 2 Aralık 1876 târihinde, Rusya - Simbrist’te doğdu. Babasının ölümü üzerine annesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Ortaöğrenimini Bursa Askeri Lisesi’nde, yükseköğrenimim Harbiye Mektebi’nde tamamladı (1896). Harp Akademisinde okurken, gizli “İttihat ve Terakki” örgütüyle ilgisi nedeniyle Fizan’a (Libya’da bir bölge) sürüldü. Üstlerinden yardım görerek Fransa’ya kaçtı. Paris te Ecole des Sciences Politique’te okudu. Meşrutiyetin ilanına kadar Rusya’da öğretmenlik, gazetecilik yaptı. İstanbul’a dönüşünde Darülfünun’da Türk Siyasi Tarihi, Harbiye Mektebi’nde Siyasi Tarih müderrisliği yaptı. Türk Derneği (1908), Türk Yurdu Cemiyeti (1911), Türk Ocağı (1911) kurucuları arasına katıldı.

“Türk Yurdu” dergisini yayımlayarak Türkçülük akımının yaygınlık kazanmasına çalıştı. Mütarekede Dr. Adnan (Adıvar), Mehmet Emin (Yurdakul) vb. ile birlikte Milli Türk Fırkası’nı (1919) kurdu. Anadolu’ya geçince TBMM hükümetince örgütlenen “Telif ve Tercüme Heyeti” üyeliği ve başkanlığına getirildi (1921-1923). İstanbul’dan milletvekili seçildi (1923). Türk Tarih Kurumu Başkanlığı (1932), İstanbul Hukuk Fakültesi’nde Siyasal Tarih Profesörlüğü görevlerinde bulundu (1933). Kars milletvekiliyken öldü (11 Mart 1935).

Yusuf Akçura, Paris’teyken ittihatçı liderlerden Ahmet Rıza’nın çıkardığı Şûrayı Ümmet ve Meşveret gazetelerinde yayımladığı makalelerle Meşrutiyetçi çevrelerde tanınmaya başlamıştı. Daha sonra Kahire’de çıkan Türk (1904) gazetesinde yayımladığı “Üç Tarz-ı Siyaset” adlı yazısında Ahmet Rıza grubunun Osmanlı Birliği (panottomanizm), Mehmet Murat’ın İslam Birliği (Panislamizm) görüşlerine karşı Türk Birliği (Pantürkizm) düşüncesini savundu. Eleştiri ve önerileri şöyle özetlenebilir:

1- İslamlık ve Hıristiyanlık arasında önlenmez düşmanlıklar belirmiş, daha önemlisi Osmanlı imparatorluğu bünyesindeki azınlıklar özellikle 1870’lerden sonra Almanya’da güçlenen ulusçu akımın etkisinde kalmışlardır. Bu nedenle Sultan II. Mahmud’un özlediği, Ali ve Fuat Paşaların da yandaş oldukları bu görüşe dayanarak, Hıristiyan öğelerin Amerika Birleşik Devletleri’ndeki gibi bir siyasal birliğe kendi istekleriyle katılmaları olasılığı beklenemez. Zorlama ise, XX. yüzyılın güçlü Avrupasının tepki ve müdahalesini doğurur. Yeniçağ Osmanlı imparatorluğunun elinden Müslüman olmayan ulusların özerklik ve bağımsızlık kazanmalarını önleme gücünü aldığına göre, Osmanlı birliğinin pratik bir değeri düşünülemez.

2- II. Abdülhamid’in benimsediği İslam Birliği ülküsünün de İslam dinine bağlı kavimlerin kendi “milliyetleri”ni duymaları nedeniyle hocaları, şeyhleri, eski tarikatları, desteklemekle gerçekleştirme olanağı yoktur.

3- Türkleri aynı amaç ve ülkü çevresinde birleştirme sorunu ise, imparatorluk sınırları içinde ırk ve din birliği olduğu için kolay çözülecektir. Sınırların dışında kalan Türklerin birleştirilmelerinde de din birliğinin rolü olabilir.

C:\Users\Sefa\Desktop\yusuf-akcura3.jpg

Amerikalı tarihçi Charles W. Hoestler’in Türk milliyetçi çevrelerinde, Komünist Manifestosu’nun Marksçılar üzerinde yarattığı etkiye benzer rol oynadığını belirttiği bu görüşleri, hiç kuşkusuz bir yönüyle Turancılık ülküsü doğrultusundadır. Nedir ki Akçura, 1918’lerde “Turancılığın bir Osmanlı emperyalizmi olduğunu” ileri sürerek savaşa karşı olduğunu belirtmiş, Cumhuriyetten sonra ise, eski görüşlerine, “Osmanlı Devletinin içerde Türklük ya da İslam siyaseti gütmesi, dışarda Pantürkist, ya da Panislamist olmasını gerektirmez” biçiminde yorum getirmeye çalışmıştır.

Akçura’nın 1911’den sonra “Türk Yurdu” dergisinde Ziya Gökalp, Ahmet Hikmet (Müftüoğlu), Mehmet Emin (Yurdakul), Ömer Seyfettin, Rıza Tevfik, Mehmet Fuat (Köprülü) gibi yazarları birleştirerek ulusçuluk akımının yaygınlık kazanmasına çalıştığı görülür. Bu evrede (1917’lere kadar) “İttihat ve Terakki Fırkası”nın genel politikasına aykırı bir düzey üzerinde değildir. Dergideki yazılarında özellikle dil, tarih ve toplumbilim konularında düşünceler ileri sürer. Bir yazısında çağdaş ileri devletlerin, burjuvazinin, sermaye adamlarının, bankerlerin omuzları üzerinde yükseldiğini ifade ederek, ulusçuluğun köylüyle birlikte Türk burjuvazisini de geliştirmek zorunda olduğunu yazar. Burjuva sınıfının geliştirilmediği takdirde Türk toplumunun yaşama olanağının zayıflayacağı düşünüsünü savunur (Türk Yurdu, sayı 140, 1917: anan: Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, si. 413. 1973).

Emin Türk Eliçin’e göre, asıl önemi 1910-1920 gibi düşün hayatının karmakarışık olduğu bir dönemde siyasal olayları temeldeki ekonomik gerçeklerden ayırmadan çözümlemeye çalışmasıdır. Bu yönteme bağlı olarak yaptığı kimi incelemeleri İktisat ve Siyaset adlı kitabında toplamıştır. Özellikle II. Meşrutiyet döneminin siyasal partileri üzerine yaptığı araştırmada partilerin siyasal kökenleri üzerindeki görüşleri ilginçtir. Çıkarları bakımından Osmanlı Devletinin varlığına bağlı olan Müslüman ahaliyi, II. Meşrutiyetin ilanından önceki evrede aşağıdaki gruplara ayırır:

1- Asker, sivil, ruhani memurlardan oluşan yönetici zümre.

2- Müslüman tüccarlar, müteahhitlik ve mültezimlik ederek hükümetin koltuğu altında para kazanan büyük işadamları.

3- Sınıf çıkarlarını gözetebilmek için hükümete dayanan, daha doğrusu hükümeti elinde tutmak isteyen arazi ve emlak sahipleri.

Bu üç varlıklı toplumsal kümeyi “burjuva”, maaşlı küçük memur kesimini ve topraksız ya da az topraklı köylüleri işçi sınıfından saymak mümkündür. II. Abdülhamid’in son yıllarında az maaşla geçinen asker ve sivil bürokrasinin yoksul kanadı iktidarı varlıklı zümrelere yandaş görerek muhalafete geçmiştir, “İttihat ve Terakki” bu yoksul (proleter) askeri ve mülki memur tabakasına dayanarak tarih sahnesine çıkmış, güçlendikçe Ermeni taşnakları, Bulgar komitacıları, ihtilalin başarı kazanacağını sezen Selanik tüccarları, Rumeli’ndeki kimi toprak sahipleri tarafından desteklenmiştir. Askeri bir darbe ile iktidara geçmesi üzerine çıkarları eski rejime bağlı olan sınıf ve tabakalar (yani Abdülhamid rejiminde servet yapan tüccarlar ve işadamları, yerlerinden olan büyük memurlar, eşraf ve ayan) ise “Hürriyet ve İtilaf” Partisini kurmuşlardır.

Nedir ki Meşrutiyetin ilk yıllarındaki bu görünüm kısa süre sonra değişmiş, özellikle I. Dünya Savaşı yıllarında “İttihat ve Terakki” bir yandan bünyesindeki küçük bürokratları zenginleştirerek burjuvalaştırırken, öte yandan partinin kilit noktalarını ele geçiren Selânikli tüccarların temsilcisi durumuna geçmiştir. Bu nedenle artık savaşın sonunda “İttihat ve Terakki’yi Türk milli burjuvazisinin partisi saymak yanlış olmaz.

Kurtuluş Savaşı yıllarında yayımladığı kimi makalelerde, XIX. yüzyılda batı kapitalizminin doğu ülkelerini sömürerek yok etmeye çalıştığını yazan Akçura, gümrük duvarlarını kaldırmaya çalışan Osmanlı liberallerini eleştirerek, bu durumun Avrupa sermayesinin Türkiye’yi istilasını kolaylaştırması anlamına geldiğini belirtir (1921).

Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikir Cereyanları (1926) adlı kitabında ulusçuluk, özgürlük, eşitlik, sosyalizm konularını ele alarak insanların özgür ve hukukça eşit olmalarını ilkeleştiren insan Hakları Bildirgesinin gerçek bir eşitlik sağlayamadığını yazar. Asıl eşitliğin ekonomik fırsat eşitliği ile gerçekleşeceğini savunan Marksçı düşünceye yaklaşır. Sosyalizmin çağdaş ekonomik ve siyasal düşüncenin temeli olduğu görüşünü açıklamakta da sakınca görmez.

Yazılarındaki değişmelere bakarak Yusuf Akçura’nın Türkiye’deki siyasal gelişmelerden etkilendiğini söylemek yanlış değildir. 1904’lerde Pancermanizm ve Panislavizm akımlarından esinlenerek Pantürkist görüşlerin bir ölçüde öncüsü olan yazarın I. Dünya Savaşı yenilgisinden sonra eski inançlarından uzaklaştığı, özellikle 1923’ten sonra Mustafa Kemal Paşa’ya ters düşmemeye özen gösterdiği kabul edilir. Değişkenliğini daha çok kişiliğine bağlayan Yahya Kemal, bunu, ideal adamı olmamasının doğal sonucu olarak yorumlar (Siyasi ve Edebi Portreler, sf. 124-127, 1968).

Yusuf Akçura’nın başlıca eserleri: Üç Tarz-ı Siyaset (1911, yeni harflerle 1976), Siyaset ve İktisat (1924), Muasır Avrupa’da Siyasi ve İçtimai Fikir Cereyanları (1926), Tarih-i Siyasi Dersleri (6 cilt).

 

Millî Mücâdele’nin Millî Andı; ‘İstiklâl Marşı’ ve Millî Marş Olarak Kabûl Edilişi

 

23 Nisan 1920 târihinde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından hemen sonra Milli Eğitim Bakanlığı, İstiklal Savaşı’nın anlam ve önemini belirtecek ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığının sembolü olacak milli bir marşının olması gerektiğini anlamış ve bu sebepten dolayı çalışmalar yapmaya başlamıştır. 1921 yılının başında bir yarışma açılmasına karar verilmiştir. Yarışma sonucunda toplanan şiirlerden en güzeli Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Milli Marşı olarak kabul edilecektir. Ayrıca yarışmanın sonucunda kazanan şahsa o dönemin şartlarında gerçekten çok büyük bir meblağ olan 500 Tl civarında bir para ödülü verileceği bildirilmiştir.

Ülke içerisine duyurular yapılmış, toplumun her kesimine bu yarışmanın duyurulması sağlanmaya çalışılmış ve katılımın hat safhada olması konusunda gerekli önlemlerin alınması başlatılmıştır. Ülkemizin işgâl altında olduğu, kısıtlı iletişim imkânları ile ancak duyurulabilen bir ortamda, Kurtuluş Mücadelesinde harap ve bitap düşmüş, okuma yazma oranının çok düşük seviyelerde olduğu, Türkiye Cumhuriyeti halkının bu yarışmaya katılımının düşük olacağı beklenmiştir. Nitekim de öyle olmuştur. Yarışmaya katılacaklara 6 ay gibi uzun bir süre tanınmasına rağmen düzenlenen bu yarışmaya ancak 724 adet şiir aday olmuştur.

Dönemin tâbîri ile Maarif Vekâleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bu şiirleri değerlendirmek için bir komisyon oluşturmuştur. Yarışmaya katılan 724 şiir teker teker okunmuş ve içlerinden 6 adet şiir elemeyi geçip Meclis Matbaası tarafından bastırılıp milletvekillerine dağıtılmıştır.

Dönemin Milletvekillerinden Mehmet Akif Ersoy yarışmada para ödülü olduğundan dolayı yarışmaya katılmak istememiştir. Dönemim bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver Bey Ankara’da yaşayan Mehmet Akif Ersoy’a 5 Şubat târihinde para konusunun çözümlenebileceğini, endişe edilmemesi gerektiğini ve yarışmaya mutlaka kendisinin de katılması gerektiğine dair bir mektup yazmıştır. Bunun üzerine Mehmet Akif Ersoy "Ben mebusum, müsabakaya katılmam. Ayrıca çok istiyorsanız da bir şiir yazıp size veririm" diyerek para konusundaki hassaslığını bildirmiş ve evinde bir şiir yazarak “Kahraman ordumuza" ithaf ettiği şiiri, Maarif Vekâleti' ne teslim etmiştir. Çok beğenilen bu şiir seçilen 6 şiire ilâve olarak yarışmaya katılmıştır.

C:\Users\Sefa\Desktop\k_14143851_12.03.20161.png.jpg

Yapılan oylamalar sonucunda yarışma sonuçlanmış, en beğenilen ve anlamlı şiir olarak Maarif Vekil Hamdullah Suphi Bey tarafından büyük bir coşku ile okunan Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı şiir büyük tezahürat ve alkışlar eşliğinde, oybirliği ile yarışmanın birincisi olarak 12 Mart 1921 tarihinde seçilmiştir.

İstiklal Marşı olarak kabul edilen bu şiir Meclis kürsüsünde birkaç kez daha okunmuştur. Yazılan bu güzel ve anlamlı şiirden etkilenen bütün milletvekilleri ayakta heyecanla yeni marşımızı dinlemişlerdir. Aradan bir kaç gün geçmesinden sonra Meclis yetkilileri yarışmanın birincisine verilmesi icap eden para ödülünü vermek üzere Mehmet Akif Ersoy'a gitmişlerdir. Mehmet Akif Ersoy bir kez daha böyle bir parayı asla kabul edemeyeceğini "Ben müsabakaya girmedim. Bu para benim hakkım değildir ve bana aitte olamaz" sözleri ile tekrar ifade etmiştir. Meclis yetkilileri ise ısrarlarını sürdürerek "Bu parayı devletimizin kasamızda tutamayız. Lütfen siz alın, isterseniz bir yere bağışlarsınız" diyerek yarışma ödülünü Mehmet Akif Ersoy'a teslim etmişlerdir.

Paltosu dâhi olmayan Mehmed Âkif, kazandığı beş yüz liralık ödülü; yoksul kadın ve çocuklara iş öğreterek, yoksulluklarına son vermek için kurulan "Dârû'l- mesâî" kurumuna bağışlamıştır.

Esen kalın…

 

SEFA YAPICIOĞLU

 

Önceki ve Sonraki Yazılar