Bir Bölü Sıfır Eşittir Mavi Bilye
A+A-
Sarı saçlı sevimli oğlan çocuğu koşarak masada
oturanların yanına geldi. Neredeyse konuşamayacak
kadar nefes nefeseydi. Sımsıkı kapattığı avucunu açtı
ve elindeki mavi bilyeyi gururla anne, babasına
gösterdi.
"Anne bak ne buldum!"
Okuduğu gazeteden başını kaldıran babası bilyeyi eline
alıp inceledikten sonra merakla sordu "Nerden buldun
bu bilyeyi? Çok ilginç bir şey, daha önce hiç
böylesini görmemiştim. Niye bu kadar soğuk?".
"Kumsalda, orada, deniz kenarında oynarken, gökten
düştü. Buz gibiydi"
Anne gülerek çocuğun saçını okşadı ve alnından öptü.
"Gökten bilye düşmez ki, bir başka çocuk kaybetmiştir"
"Valla gökten düştü, orada kumda, yukarı baktım,
yanıma düştü"
"Yemin etme ama. Çok güzel bir bilye, hiç kaybetme
olur mu? Belki sahibi vardır"
"O benim. Hiç kaybetmeyeceğim. Gökten düştü ama yukarı
bakıyordum..."
"Hadi bir şeyler ye, çay ister misin?"
Çocuk güneşin yansıyan ışıklarıyla tuhaf ve gizemli
görünen soğuk mavi bilyeye hayranlıkla bakarken olur
anlamında kafasını salladı. Sanki biri elinde
alacakmış gibi bilyeyi eliyle sımsıkı tuttu ve diğer
eliyle çay bardağına uzandı. Öylesine mutlu bir hali
vardı ki babası gülümsemekten kendini alamadı.
--0--
Meşhur Oxford üniversitesinin rektörünün odası
alabildiğine sade döşenmiş, kitaplar dışında hiçbir
şey yok gibi. Einstein'ın dil çıkaran resmi dışında
duvarda asılı hiçbir şey yok. Papyon takmış Rektör
büyük bir nezaket gösterip sekreterin getirdiği
çayları kendi eliyle ikram ediyor.
"Süt ister misiniz?"
"Sade lütfen, biz Türkler çayı sütlü içmeyiz"
"Neler kaçırdığınızı bilmiyorsunuz." diye gülümsüyor
rektör.
"Çay iyi bir şeydir. Büyük Britanya'nın tarihte
yaptığı en iyi alışveriştir. Çinlilere Sheakspere
verdik, onlar da bize çay"
Çayları koyduktan sonra gülümseyerek yerine oturuyor.
Bir süre sessiz çaylarımızı yudumluyoruz.
"Bilgisayarımızı nasıl buldunuz Mr.Arı?"
"Olağanüstü ve hayranlık uyandırıcı. Bu konuda
inanılmaz gelişmeler kaydetmişsiniz. Duyduğuma göre
Marslılara teknoloji satıyormuşsunuz" diyorum..
Rektör başını geriye atarak kahkaha atıyor. Sonra
mahcup bir edayla gülümsüyor.
"Eh sizin hayal gücünüze yetişemesek de bir şeyler
yaptık. Kuantum bilgisayarı 20 yıllık emek ve 2 milyar
dolar gibi büyük bir bütçeyle oluşmuş en büyük
oyuncaktır. Tabi bu arada 6 tane rektörü de eskitti, o
ayrı mesele"
"Buna fazlasıyla değmiş gibi görünüyor. En son
yaptığınız çarpanlara ayırma kaç haneliydi"
"Demek haberiniz var. İki asal sayının çarpımı olan
256 basamaklı bir sayıydı. RSA'nın şimdiye kadar
geliştirdiği en büyük elektronik imzaydı. Amerikan
merkez bankasının 50 milyon doları aşan transferleri
için kullanılıyordu"
"Cray kaç yılda çözebilirdi?"
Rektör verileri hatırlamak için alnını kırıştırıp bir
süre düşünüyor.
"En son bir milyar petaflop hızına erişmişlerdi
sanırım, neydi o modellerinin adı, hah, şimdi
anımsadım, Cray Infinity. Onun işlem hızıyla RSA'nın
elektronik imzasını çarpanlarına ayırma işlemi
yaklaşık olarak sekiz milyar yıl sürerdi. Yani tüm
olasılıkları deneyerek tabi ki."
"Siz ne kadar zamanda buldunuz peki?" diye merakla
soruyorum.
"Altı saniye" diye gülümsüyor rektör. 256 girdi qbiti,
256 çıktı qbiti, 64 kuantum AND, OR, NOT ve XOR kapısı
ile tabi ki. Pyhtia için çocuk oyuncağı. Onun yanında
Cray bir abaküs gibi kalıyor"
"Pythia mı?"
"Evet, çocuklar kendi aralarında ona Pythia diyorlar.
Apollon 'a adanmış meşhur Delphi tapınağının baş
rahibesi. Geleceği gören kadın. Bizim kuantum
bilgisayarının sonuçları da kehanet gibi olduğu için
böyle bir ad takmışlar."
"Hayranlık verici, gerçekten hayranlık verici"
"Teşekkür ederim. Benimle konuşmak istediğiniz konu
nedir Mr. Arı. İki milyon dolar bağışta bulunmak
isteyen konuklarımız pek olmuyor" diyor rektör.
"Kuantum bilgisayarı ile ilgili ama önce size bir
fıkra anlatmak istiyorum."
"Çok sevinirim. Fıkralara bayılırım, her zaman gerçeği
gülümseyerek söylerler"
"Bir zamanlar büyük bir bilgisayar yapılmış. İçine var
olan tüm bilgiler yüklenmiş. Bilgisayarı göstermek ve
gücünü kanıtlamak için her ülkeden uzmanlar
çağırılmış. Uzmanlar bilgisayara sorular soruyor,
bilgisayarda bir kağıdın üstüne yazıp veriyormuş. İşte
kimi evrende kaç yıldız olduğunu sormuş, kimisi de
tarihe ait unutulmuş isimleri. Bilgisayar tek, tek
hepsini cevaplamış. Tabi bilgisayarın yapımcıları çok
gururlu. Sıra Türkiye'den katılan Temel'e gelmiş.
Temel bizim oraların fıkra kahramanıdır, sizin İskoç
fıkralarınızdaki gibi"
Rektör anlayışla gülümsüyor.
"Temel bilgisayarın karşına geçiyor, bir süre
sıkıntıyla düşündükten sonra, "ne var ne yok?" diyor.
Aslında bu Türkçe'de bir hatır sorma, selam gibi bir
şey, nasılsın der gibi. Ama bilgisayar bunu, var olan
ve olmayan tüm şeylerin bir listesini çıkar olarak
algılıyor ve bummm, bilgisayar göçüyor."
Rektör kahkahayı basıyor.
"Güzel fıkraymış. Ne var? ne yok? Asla bilemeyeceğimiz
bir şey belki de." Bir süre suskun kalıyor.
"Kuantum bilgisayarına siz de mi "ne var ne yok?" diye
soracaksınız yoksa? Gönderdiğiniz e-mailde hiçbir
ayrıntı yoktu"
"Onun gibi bir şey"
"Ne peki?"
"Bir bölü sıfır kaçtır? Pythia'ya, bunu sormak
istiyorum. Sadece o bilebilir."
"Bir bölü sıfır mı?"
"Evet bir bölü sıfır. Yani şöyle anlatayım, 1/x
fonksiyonu sıfıra doğru giderken aldığı limit değer.
Hani şu lise matematik derslerinde işlenen konulardan
biri."
"Hatırlıyorum ama aklımda kaldığı kadarıyla bu limit
tanımsızdır, yani sonsuza giden bir değeri vardır"
"Evet sıfır değeri için tekillik oluşturur, tanımsız
nokta, singularity"
"Yani sonsuz"
"Evet tanımsız bir şey ama sonsuz, sadece adı var,
kimse görmedi"
"Peki neden kuantum bilgisayarına sormak istiyorsunuz?
Sırf bir merak mı?"
"Bir çocuğu mutlu etmek için"
"Anlamadım?" diyor rektör.
"Yani içimdeki çocuğu mutlu etmek için" diyorum
gülümseyerek.
"Şimdi anladım." diyor rektör. Anlayışlı bir
psikoterapist edasıyla bana bakıyor. Onaylamıyorum ama
anlıyorum bakışları. "Büyümeyen çocuklarız hepimiz ama
bu iyi bir şey. Tabi bunun için iki milyon dolarlık
bir bağış çekini imzalamaya da hazırsınız"
"Evet"
"İlginç, çok ilginç.. Aslına bakarsanız böyle bir şeyi
daha önce Pytiha ile hiç denemedik. Yani normal bölüm
işlemini yaptık ama bu olmadı hiç. Normal bir
bilgisayar bu durumda ne yapar bilirsiniz"
"Bölümün değeri arttıkça artar ve bir noktadan sonra
floating point overflow hatası verir ve program durur.
Çıkış registerı taşar, yani bütün bitler bir değerini
alır"
"Evet tam anlamıyla öyle olur. kuantum bilgisayarı da
aynı şeyi yapacaktır muhtemelen"
"Bilmem, Pythia'nın ne yapacağını orada olup görmek
isterim"
Rektör düşünceli bir şekilde "ben de" diyor. "Dediğim
gibi bu hiç aklımıza gelmemişti. Bir bölü sıfır ha?
İçinizdeki çocuğu mutlu etmek bizi de mutlu edecektir.
Ama biliyorsunuz kuantum bilgisayarı bir tonluk mermi
atan büyük toplar gibidir"
"Almanların meşhur Büyük Bertha'sı gibi mi?"
"Evet, tam onun gibi. Biz İngilizlerin onunla hoş
olmayan anılarımız var ama benzetme doğru. Kuantum
bilgisayarı çok güçlüdür ama onun da atış yapması için
bir ön hazırlık devresi gerekir. Bize iki gün süre
vermenizi rica ediyorum, Pythia'nın hazırlanması için.
Siz de bu arada Londra'yı gezersiniz. Sadece British
Museum bile bir insanın iki yılını alabilir"
"Teşekkür ederim, tavsiyenizi dikkate alacağım"
Rektörün onaylayan bakışları altında iki milyon
dolarlık çeki imzalayıp uzatıyorum.
"Buyurun, minnettarlığımın küçük bir ifadesi"
Rektör çeki gülümseyerek alıyor.
"Pandora'ya hak vermemek elde değil. İnsan merakını
yenmek için her bedeli ödemeye hazır gibi"
"Evet" diyorum. "Kutunun içinden ne beklediğinize de
bağlı bu"
--0-
İngiltere'nin neredeyse bulutlara değecek yeşil
ovalarının arasında arabayla gidiyoruz. Direksiyonun
sağda olmasına hala alışamadım, sol elle vites
değiştirmek çok zor. Uzakta görünen devasa tesisi
parmağımla gösteriyorum.
"İşte buraya gidiyoruz"
"Bu ne şimdi?"
"Bir bilgisayar"
"Bilgisayar mı?"
"Evet bir bilgisayar. Dünyanın en güçlü bilgisayarı."
"Hayatta inanmam, bu daha çok şeye benziyor, Petkim
gibi"
"Bir kimya tesisine değil mi? Evet öyle gözüküyor.
Aslında bir kimya tesisi de diyebiliriz ama bu bir
bilgisayar, kuantum bilgisayarı."
"Kuantum bilgisayarı mı? yeni bir marka mı? Hani HAL
gibi falan."
Gülüyorum. "Hayır, hayır, bu bambaşka bir şey."
Kafası iyice karışmış karım arabanın camından tekrar
dışarı bakıyor. Hidrojen tankları, birbirinin içine
girmiş uzun boruların oluşturduğu karmaşa ve biraz
uzaktan çıkan buharıyla bir petrokimya tesisinden
farklı olmayan Kuantum bilgisayarına bakıyor.
"İyi de bu bilgisayarın klavyesiyle, ekranı nerede?"
İster istemez kahkahalarla gülmeye başlıyorum.
Karım gülmeme kızıyor. "Gülme ama, hiç böyle
bilgisayar olur mu?"
Londra'dan kiraladığımız arabayı girişin hemen
önündeki güvenlik kulübesinin önünde durduruyorum.
Girişin hemen yan tarafında ufak bir platin plaket
üzerinde "The University of Oxford, Quantum Computing
Research Center" yazıyor. Çok alçakgönüllü bir plaket.
Camı açıp güvenlik görevlisine isimlerimizi
söylüyorum,
"Mehmet Emin Arı ve Suna Arı, randevumuz vardı."
Güvenlik görevlisi önündeki bilgisayara bir şeyler
girip başını sallıyor.
"Lütfen şuraya park edin, şimdi sizi almak için biri
gelecek. Üzerinizde fotoğraf makinesi, ses kayıt
cihazı yada video kamera gibi bir kayıt cihazı yok
değil mi?"
"Hayır, hayır yok, sadece gözlerimiz"
Görevli gülümseyerek iki yaka kartı uzatıyor. "Lütfen
ziyaret boyunca bunları çıkarmayın"
Uzattığı yaka kartlarını alıp "Tamam" diyorum.
Birazdan golf sahalarındaki arabalara benzeyen üstü
açık bir ufak elektrikli araba bize yaklaşıyor.
Arabadan inen adam gülümseyerek yaklaşıyor ve ikimizle
tokalaşıyor.
"Hoş geldiniz, ben Byron Smith. Sizin gibi meşhur
konuklar her zaman gelmiyor buraya, inanın çok mutlu
oldum sizinle tanıştığıma, her zaman keyifle okuyorum
sizi."
Mahcubiyetle gülümsüyorum.
"Teşekkür ederim."
"İsterseniz önce bilgisayarı gezdireyim size, daha
sonra kontrol merkezine gideriz, sizin için
hazırladığımız program bu, tabi sizin için uygunsa"
"Tabi, tabi, seviniriz"
"O halde buyurun" diyor.
Neredeyse üç futbol sahası büyüklüğündeki tesisi yürür
gibi yavaşça arabayla gezmeye başlıyoruz. Yerlerdeki
sarı, kırmızı ve yeşil çizgilerden yeşil olanlarını
takip ediyoruz. Etrafta üzerlerinde beyaz tulumlar
olan insanlar var. Bir koşuşturmaca yok ama her şeyin
büyük bir disiplin içinde yürüdüğü besbelli. Sırayla
her yeri geziyoruz.
Sıfır Kelvine yaklaşmak için kullanılan
yoğunlaştırılmış helyum tankları heybetli birer kale
gibi yükseliyor. Bize rehberlik yapan Mr.Smith,
gördüklerimiz hakkında kısa açıklamalarda bulunuyor.
"Bunlar sıvı helyum tankları, kuantum bilgi işlemi
için atomları mümkün olduğunca sakinleştirmemiz lazım.
Ancak epeyce bir soğudukları zaman sakinleşiyorlar"
"Kaç derece?"
"0.2 kelvin, mutlak sıfırın biraz üzerinde. 1.4
kelvine kadar helyumla inebiliyoruz."
"Sonra peki?"
"Sonrası epey zor. Yüz Teslaya kadar çıkan güçlü bir
manyetik alan kullanıyoruz. Biraz ileride gördüğünüz
şu büyük transformatör yığını bunu sağlamak için. Her
şeyi çalıştırdığımızda bir kasabadan fazla elektrik
harcıyoruz. Ve tabi İngiltere'deki tüm kolaları
soğutacak kadar çok helyum" diyip gülümsüyor.
Elektrikle çalışan araba camdan bir kapının önünde
duruyor. Dışarıdan bir fabrika gibi görünmesine rağmen
içerisi modern sanatlar müzesini andıran devasa
alüminyum kirişler ve cam yığınından oluşuyor. Bürolar
ve normal bilgisayarlar var ama kuantum
bilgisayarından en ufak bir iz yok gibi.
Tam ben soracak iken Suna atılıyor, "Peki nerede bu
bilgisayar?"
"Aşağıda, yerin altında" deyip gülümsedi Mr.Smith.
Girişin biraz ilerisindeki asansörün içinde aşağıya
inerken "Neden yerin altında? sorusu aklıma takıldı".
Rehberimiz sanki beynimden geçenleri okumuş gibi,
"Büyük Magnetic rezonanans cihazının yerin altında
olması gerekiyor, yani nötr ortamda. Tabi kuantum
bilgisayarının da onun hemen altında. Aslında MR
cihazı bir kilometre çapında büyük bir bobin, 2 bin
kilometre uzunluğunda bir tel.
Asansör durunca bir odaya giriyoruz. Giymemiz için
beyaz tulum şeklinde elbiseler ve özel ayakkabılar
veriyorlar. Mr.Smith gülümseyerek "Çok hassastır"
diyor. Kurduğu cümlede "she" kelimesi dikkatimi
çekiyor. İngiliz alışkanlığı deyip önemsemiyorum.
Çok geniş bir alanın içindeyiz. Duvarda kuantum
bilgisayarının şematik gösterimi var. Bir sürü ok ve
simge. Kimyasal yapı, elektriksel yapı, bilgisayar
yapı panoları.
"Kimyasal yapı mutlak sıfıra yaklaşmak için gerekli
donanımını sağlar. Manyetize edilmiş helyum, çok
yüksek hızda berilyum izotoplarının etrafını sarar.
Yüksek manyetik alan bir helyum silindiri oluşturur.
Kuantum dolanıklığı için gerekli koşulları sağlar.
Berilyum atomları hazır hale gelince kuantum çiftleri
halinde birleştirilir. İşlemin sonucu şu ortada
gördüğünüz özel yapım elmasın ortasındaki dolanık
atomlara iletilir. Biz de çıktı değerlerini berilyum
atomlarının yaydığı foton ışıması ile ölçeriz."
"Peki girdiyi nasıl veriyorsunuz?"
"Hızlandırılmış berilyum izotoplarını argon lazerle
süper pozisyona getiriyoruz, elektronun spini ve hızı
ile girdileri belirleyebiliyoruz"
"Ya AND, OR ve XOR kapıları?"
"En kolayı. Kuantum tünellemesini aşağı spin ile
yapıyoruz. Bu bize AND kapısını veriyor, OR için
yukarı spin. XOR için ise her ikisi"
Elimle ortadaki yuvarlak alanı gösterip, "kuantum
bilgisayarı için bir programlama diliniz var mı?" diye
soruyorum.
"Evet, QUASLA dilini kullanıyoruz, yani Quantum
Assembler Language. Tıpkı assembler dili gibi ama
işlemler kimyasal, elektriksel ve atomik boyutta ama
programcılık tekniği aynı, klavye yok, hata mesajı
yok, sadece ufak atomlar".
"Güzel..." deyip gezimize devam ediyoruz. Pythia
gerçekten de güzel bir şey.
--0--
Londra'nın belki de hiç değişmeyen birkaç şeyinden
biri bu taksiler. Dışarıda ki kalabalığı ve binaları
seyrediyorum. Oxford'dan döndüğümüzden beri Suna
somurtuyor. Biliyorum birazdan patlayacak.
"İnanamıyorum sana Emin, iki milyon dolar bu"
"Olsun çok paramız var bi tanem, iki milyon dolar
eksik olsa ne olur? Hollywood, Marilyn Monroe kadar
seviyor beni. Onun kadar düzgün bacaklarım olmasa da,
senaryolarım onun kadar çok para kazandırıyor."
"İyi de bu parayı sokağa atmak için neden olamaz"
"Atmıyoruz ki..."
"Sırf bir şeyi merak ediyorsun diye iki milyon dolar
verilir mi? Evdeki ıvır zıvır oyuncaklara harcadığın
para neyse de bu çok fazla. Hem eninde sonunda bunu
deneyeceklerdir, niye bedelini sen ödüyorsun ki?"
"Lütfen, bu konuda beni eleştirme, çok para değil,
buna değer. Orada olmak istiyorum"
"Peki" deyip sakinleşmeye çalışıyor. Ona nasıl
anlatabilirim ki? Kendime bile tam olarak
açıklayamazken...
Suna akşam yemeğinde biraz daha sakin. Dışarıda nefis
bir Londra manzarasına bakıp konuşmadan yemeklerimizi
yiyoruz.
"Ne bu kuantum bilgisayarı?"
"Kuantum fiziği ilkesiyle çalışan farklı bir
bilgisayar"
"Neydi şu kuantum, tekrar anlatsana. Hani hem canlı
hem de ölü olan şu kedi"
"Schrödinger'in kedisi"
"Ayıp etmiş, insan kedisini deneyde kullanır mı?"
Kahkahayla gülüyorum, tabi Suna da. Sonunda barıştık.
"Hayali bir deney o, Schrodinger öyle bir şey yapmaz,
efendi adamdır, kedileri de sever. Ben kendisine
vekilim"
"Kediler adına çok sevindim, şu kuantum fiziğini
tekrar anlatsana, hiçbir şey anlamamıştım"
"Bu gayet normal, onu bulanlar bile anlamıyor"
"Eh bu da iyi, peki bu adamlar neyi buldu? Kedilerle
alıp veremedikleri ne?"
"Kedilerle bir sorunları yok, taktın sen de. Onlar
daha çok fotonlarla ilgililer. Işığı oluşturan
fotonlar tuhaf davranıyorlar."
"Nasıl tuhaf?"
"Sağduyuya aykırı hareket ediyorlar. Aynı anda iki
yolu takip ediyorlar. Biri onları gözetlerse birden
ciddileşip tek bir konuma geçiyorlar"
"Aynı anda iki yolu mu takip ediyorlar? Bu aynı anda
iki yerde bulunmak demek değil midir?"
"Evet, tam tamına öyle."
"İnan hiç anlamadım."
"Dediğim gibi kimse anlamıyor. Doyurucu bir açıklama
hiç yapılmadı"
"Peki kuantum bilgisayarı ne oluyor?"
"O da tuhaf bir şey. Normal bir bilgisayarda veri bit
denilen ufak birimlerde saklanır. Lamba gibi düşün, ya
açık yada kapalı, bir yada sıfır değerini alabilir."
"Eh sonunda makul bir şey söyledin."
"Kuantum bilgisayarında ise veriler kuantum bit yada
kısaca qbit denilen kuantum sistemlerinde saklanıyor.
Bir qbit aynı anda hem sıfır hem de bir değerini
alabilir. İkisi bir arada. Yani lamba hem açık hem de
kapalı."
"İşte yine başladık. Böyle tuhaf şeylerle uğraşan
insanların kedi düşmanı olması beni hiç şaşırtmadı.
Bir lamba nasıl olur da hem açık hem kapalı olur"
"Kuantum lambası ise olur. Sen bakıncaya kadar aynı
anda hem açık hem de kapalı olacaktır ama biri lambaya
baktığında ya açık olacaktır ya da kapalı.
"Yine başladık."
"Her neyse bu özelliği kullanarak bir bilgisayar
yaptılar. Aslında yaptıkları 256 tane berilyum atomunu
zapt-ı rapt altına almaktan başka bir şey değil. Bir
qbit, iki değeri aynı anda taşıyabildiği için sekiz
qbitten oluşma bir qbyte aynı anda 256 değeri de
taşıyabilir. Normal bilgisayarda iki byte değerini
çarptığın zaman aslında iki sayıyı çarparsın ama iki
qbyte değerini çarptığında aynı anda 256 çarpım işlemi
yaparsın. Tek hamlede 256 sayıyla diğer iki 256 sayıyı
çarpabilirsin. Eğer elinde 64 tane qbit varsa, iki
üzeri 64 tane sayı bir anda işleme sokabilirsin"
"Ne kadar sayı?"
"Yaklaşık olarak on üzeri yirmi"
"Bu büyük bir sayı mı?"
"Oldukça, faturalarında görmek istemediğin kadar büyük
bir sayı. Sıradan bir bilgisayar aynı işlemi ancak bir
milyon saniyede yapabilir ama kuantum bilgisayarı bu
işi saniyenin milyonda birinde yapabilir"
"Oldukça hızlı"
"Evet, inanılmaz derecede. Eğer elinde 128 tane qbit
varsa 30 çarpı on üzeri 37 değeri gibi bir hıza
erişirsin."
"Yani?"
"Evrenin oluşumundan bu yana 14 milyar yıl geçti. Buna
bir birim evren zamanı dersen, sıradan bilgisayarın bu
işlemi yapabilmesi için on milyar tane on milyar evren
zamanına ihtiyacı var"
"Çok güzel, sabreden derviş hesabı görmüş mü
diyeceğiz?"
Kahkaha atıyorum.
"Evet, öyle"
"Peki bu kuantum bilgisayarını nerede kullanıyorlar?"
"Eh, aylık aile bütçesini bulmak için değil tabi ki.
Bir çok yerde kullanılıyor ama en çok şifre kırmak
için. Yani çarpanlara ayırma işlemi, rektörün övündüğü
oydu"
"Bunda övünülecek ne var ki? 15, üç ile beşin çarpımı
değil mi?"
"Küçük sayılarda öyle ama çarpanları büyük asal
sayılar olan sayılar için çok zor. Bilgisayarların
hesaplaması milyarlarca yıl alabilir. Zaten güvenliği
sağlayan da bu. Kimse bu sayıları bulamaz
sanıyorlardı. Düşünsene 132 basamaklı büyük sayılar,
tüm şifre bu sayılara dayanıyordu ama işte 256
berilyum izotopu şifreyi çözüverdi."
"Bütün o devasa fabrika 256 atomu disiplin altına
almak için mi?"
"Evet."
"Şanslı atomlar"
"Oldukça. Tabi artık elektronik imza kullanılmıyor.
Güvenliği kalmadı, onun yerine kuantum şifrelemesini
satıyorlar"
"O ne diye sormayacağım, bu gecelik bu kadar kuantum
yeter. Hem kedileri severim ben"
--0--
Başımızdaki güvenlik kaskları ve gözümüzdeki
anti-lazer gözlükleriyle oldukça tuhaf görünüyorduk,
tıpkı metal kaynakçıları gibi. Bilimsel bir deneyin
şanslı gözlemcilerinden çok sanki ne olacağını
bilemediğimiz bir ruh çağırma seansı için bir araya
toplanmış meraklılar gibiydik. Altı kişi ortadaki
büyük titanyum masanın etrafında çemberin etrafında
ayakta duruyorduk. Qbit çıkış registerına bu kadar
yakın olmak bir ayrıcalıktı çünkü görevliler dışında
kimsenin bu kadar yaklaşmasına izin verilmiyordu. Yanı
başımda duran Suna ve Rektör'le birlikte ortadaki
piramit şeklinde kesilmiş büyük elmasa bakıyorduk.
Elmas, etrafını saran ufak kanalların metalik
görüntüsüyle dev bir yüzüğe benziyordu. Hani şu tek
taş dedikleri gibi.
Rektör kontrol masasına dönüp başını hafifçe salladı.
İşareti alan ekip birden hummalı bir faaliyete
başladı. Derinlere dalmakta olan bir denizaltındaymış
gibi emirler veriliyor ve sonra yüksek sesle cevaplar
geliyordu.
"Kuantum işlemi için soğutma başlasın, helyum akışı"
"Kuantum işlemi için soğutma başlatıldı, qbit
hücrelerine sıvı helyum akışı başladı"
Ortadaki büyük piramit elmasın kenarlarından çıkan
beyaz duman eski zaman büyücülerinin tuhaf şeyler
kaynattıkları kazanların bir eşi oluvermişti.
Etraftaki ölgün sarı ışık ortamı daha da bir gizemli
hala getirmişti.
Çıkan duman arttıkça artıyordu. Suna bana yaklaştı.
Besbelli ki ortaçağdan fırlayıp gelmiş gibi duran bu
görüntü onu ürkütmüştü.
"qbit hücre sıcaklığı iki Kelvin, manyetik rezonans
başlatılsın"
"Manyetik rezonans kademesi başlatılıyor, maksimum
değer 100 Tesla"
"qbit hücresi 1, 2,... 128. giriş registerleri tamam,
1,2,... 128 çıkış registerleri tamam, 100 tesla değeri
onaylandı, manyetik silindir devrede"
Manyetik rezonansın devreye girmesiyle hafif bir
vınlama sesi her yeri kapladı. Yüksek frekanslı
manyetik alanın metal parçalarda yarattığı titreşim
sesin oluşmasını sağlıyordu sanırım. Ufak bir metal
parça yerinde titreşiyordur. Bu kadar yüksek bir
manyetik alan ufak bir arabayı tüy gibi yerden
kaldırabilir.
"Ne güzel" dedim içimden. Her şey var. insanın kanını
dondurabilecek bir buhar ve ses. Eksik olan tek şey
parlak bir ışık diye geçirdim içimden. Işık olsun,
Fiat lux!
Sanki birileri beni duymuş gibi tekrar bir komut
zinciri başladı.
"Berilyum kuantum süper pozisyonu için lazer girişimi"
"Argon lazerler açıldı"
Ortadaki parlak elması çevreleyen kanalların içinde
mavi lazer çizgileri belirmeye başladı. Önce belirsiz
çizgiler halinde, sonra dümdüz yakıcı ışın demetleri.
Görüntü muhteşemdi. Piramit şeklindeki büyük elmasın
etrafını çeviren kanallardan akan mavi lazer ışıkları
elmasın kristalinde çoğalıyorlar, onu ve tüm odayı
inanılmaz bir mavi ışığa boğuyorlardı. Önleri gümüşle
kaplı anti-lazer gözlüklerden, üstümüze giydiğimiz
kevlar elbiselerden ama her yerden yansıyorlardı.
Sanki hayali binlerce ufak çizgi hiç durmamacasına
birbirlerini kovalıyorlar, kendi aralarında
oynadıkları bu oyundan memnun, bizi ve hiçbir şeyi
umursamadan her yere dağılıyorlardı.
Sonunda elmas piramit, içinden eski zaman ruhlarından
birini çıkartacakmış gibi bir mavi ışık halesine
dönüştü. Şimdi artık elması zorlukla seçebiliyordum.
Sadece masmavi bir küre vardı orada. Hiç görmediğimiz
ve neredeyse ürpertici olan görünümüne rağmen hepimiz
ışığa doğru eğildik.
"Bu kadar ışık sadece lazerlerden mi geliyor?" diye
bağırdım.
Aslında bulunduğumuz yerde o hafif vınlama dışında
hiçbir ses yoktu. Niye bağırdım bilmiyorum?
"Hayır. Argon lazerle kuantum süper pozisyonuna
getirilmiş berilyum atomları kararsız duruma geçerler.
Orbitlerindeki elektronlar sürekli olarak aynı anda
iki konumda gerçekleştirdikleri için sürekli foton
yayarlar."
"Yani ışık" dedi karım.
"Evet, ışık, lux aeterna (ebedi ışık)" dedi rektör
fısıltıyla.
Sanki tanrısal bir ilham almış gibi mavi ışık topuna
bakarken, "QUASLA bölüm programını çalıştırmak için
hazırız, işlem başlangıcı için onay bekleniyor" diye
bir ses geldi arkadan.
Kimsenin sesin nereden geldiğine bakacak hali yoktu.
Rektör sadece "evet, programı çalıştıralım. İçimizdeki
çocuğu mutlu edelim bakalım" dedi.
"Bölme işlemi başlatılsın. Giriş yazmaçları, ilk qbit
bloğu 1, ikinci qbit bloğu 0.5, kuantum dolanıklığı
başarılı, ortam kirlenmesi sıfır"
Mavi ışık biraz daha arttı.
"Çıkış qbit register değeri 2"
"Bir bölü 0.5 eşittir iki" dedim.
"Beklenen bir sonuç" dedi rektör.
"Bölen yazmacı 0.2, sonuç yazmacı 5, kuantum
dolanıklığı başarılı, matematiksel uyum başarılı"
Kontrol panelinin önünde duran ve görmediğim adamın
söylediği rakamlar azaldıkça vınlama ve mavi ışık da
artıyordu.
Rakamlar küçüldükçe nefes alış verişlerimiz de giderek
artıyordu.
"İkinci basamak: 0.05, 0.04, 0.03, 0.02, 0.01, çıkış
değerleri, 20, 25, 33.3, 50, 100"
"Devam" dedim, "lütfen devam edin."
"Üçüncü basamak: 0.005, 0.003, 0.002, 0.001, çıkış
değerleri, 200, 333, 500, 1000"
"Dördüncü basamak: 0.0005, 0.0003, 0.0002, 0.0001"
"Onuncu basamak :0.0000000005, 0.0000000004,
0.0000000001"
Çıkış register 10.000.000.000 değerine gelince artık
mavi ışık kaskatı duruyordu. Sanki elimi uzatsam
yakalayacaktım.
"Sıfır, lütfen hadi sıfır" dedim heyecanla.
"Son basamak değeri, Sıfır nokta sıfır sıfır, sıfır,
sıfır..." dedi başka bir heyecanlı bir ses.
"Çıkış register değeri" dedi aynı ses ama durakladı.
"Çıkış register değeri okunamıyor, değişken ve stabil
olmayan register değeri, okuma için işlem tekrar
başlatılıyor ".
Mavi ışığın ortasında, birden nereden geldiğini
bilemediğim beyaz hareler çıkmaya başladı. Belli
belirsiz görünüp kayboluyorlardı. Utangaç ateş
böcekleri gibi. Beyaz ufacık bir sürü nokta. Kendi
aralarında oyun oynuyorlar.
"İşte tam sırası, şimdi, evet şimdi. Hadi Pythia, bana
en büyük düşümü ver." dedim içimden.
Sağ elimde deminden beri duran mavi bilyeyi sıkıca
kavradım. Bir metre mesafeden kaçırmam olanaksızdı.
Bilyeyi çocukken yaptığım gibi baş ve işaret
parmaklarımın arasına aldım ve fısıltıyla "baş altı,
yakala ufaklık" deyip mavi ışığa doğru fırlattım.
Elimden fırlayan mavi bilye yumuşak ve çocuksu bir
eğri çizerek ışık küresinin üstüne düştü. Kürenin tam
üstüne gelince sanki görünmeyen hızlı bir el onu
yakalamış gibi birden durdu ve ışık küresinin hemen
beş santimetre kadar üstünde öylece asılı kaldı.
Manyetik rezonans? Hayır, hayır, bilye camdır. Helyum
çıkışı? Hayır.
Herkes nereden geldiği belli olmayan bilyeye
bakakalmıştı. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Karım
dahil herkes ışık küresine öylesine dalmışlardı ki
bilyeyi fırlattığımı kimse görmemişti, tabi kameralar
hariç.
Bilyeyi önündeki ekranda fark eden kontrol panelinin
başındaki adam "işlemi durduruyorum" diye bağırdı.
"Hayır durun, bir saniye durun, lütfen böyle durun"
Ne kadar yalvar yakar olsam da sistemi durdurma
prosedürlerine başlamışlardı. Yine de birden
kapatamazlardı. Bir şansım olabilirdi.
Elmasın çevresindeki herkes donakalmıştı.
Mavi bilye, onu izleyenlerin dikkatini yeteri kadar
topladığına ikna olmuş bir pop star gibiydi. Herkes
susunca gösterisine başladı. Yavaşça, neredeyse
yuvarlanıyormuş gibi mavi ışığın içine, elmasa doğru
kaymaya başladı. Hayranlıkla onu seyrediyordum.
Düşmüyordu, kayıyordu. Yerçekimi sanki hiç umurunda
değilmiş gibi hareket ediyordu. Işığa sevdalı aşık ama
onurlu bir aşık gibiydi. Kendini teslim etmeden önce
aşığından emin olmak isteyen bir kadın gibi nazlıydı.
Sonra birden kendi etrafında hızla dönmeye başladı. Ne
kadar hızlı döndüğünü kestiremiyordum. Lazer
ışıklarının kesiştiği noktaya gelince dönüş hızını
anlayabildim. Etrafında dönerken mavi lazer
çizgilerini yukarı dağıtmaya başladı.
Yukarı doğru yayılan mavi lazer çizgilerinden bir ışık
konisi oluşmuştu. Koninin sivri ucu bilyeden başlıyor
ve sonra yukarı doğru geniş bir açı ile büyüyordu.
Bilye Kendi etrafında o kadar emin dönüyordu ki, en
ufak yatay veya düşey titreşim olmadan, ekseninden
milim sapmadan inanılmaz bir hızda dönüyordu. Etrafına
yaydığı ışık cennetiyle, güzelliğinden emin bir gelin
gibi yavaşça aşağıya hareket ediyordu.
Yavaşça süzülürken üstünde bir taç gibi duran mavi
ışık konisinin açısı da küçülüyordu.
Aşağıya doğru, mavi ışığın göbeğine aktı, aktı,
aktı...
Ve gözden kayboldu. Artık görünmüyordu. Mavi ışık
konisi de, dümdüz dikey bir çizgiye dönüştü ve onunla
birlikte birden yok oldu.
Hala şaşkınlıkla bakıyorduk. Mavi bilye kaybolduktan
iki saniye sonra elmasın çevresindeki ışık küresi de
kayboldu. Büyük yüzükteki lazer çizgileri silindi ve
elmas piramit tekrar göründü.
Hemen ileride duran bir ışıklı panoda SYSTEM SHUT DOWN
yazısını gördüm. Tüm ışıklar yandı, vınlama sesi
kesildi.
Öylece duruyordum. Gözlerimi kıstım, dikkatlice
baktım. Elmas piramidi saran titanyum bloğun
çevresinde mavi bilyemi aradım.
Yoktu. Tanrım yoktu. Şükürler olsun ki yoktu. Başından
beri ben haklıydım.
Neredeyse sersemlemiş bir halde dururken, kontrol
odasında bir telaş başladı. İngilizler çıldırmıştı.
"O mavi bilyeyi bulun, bulun onu, ne yaptınız Mr.Arı,
bu ne sorumsuzluk" diye bağırıyordu Rektör.
Ortasında büyük elmasın olduğu dev yüzüğün üstünde bir
robot kol hızla hareket ederken gözlüğümü ve kaskımı
çıkarttım. Büyülenmiş gibi hala önüne bakan Suna'nın
elinden tuttum ve dışarı çıktık.
--0--
Heatrow havaalanının bekleme salonunda Suna ile
alüminyum bir bankta oturuyoruz. Time dergisinin
"Where blue marble goes? (mavi bilye nereye gitti?")"
başlıklı haberini keyifle okuyorum. Tanrım sigara
içecek bir yer olsa keşke. Yazıyı hazırlayanın
heyecanı her kelimeden hissediliyor. Yapılan kuantum
işlemini ve Pythia'yı sıradan insanın anlayabileceği
kadar basitleştirerek bir ufak köşede anlatıyordu.
Kameraların çektiği sekanslardan mavi bilyenin
hareketlerini bir seri kare olarak göstermiş.
Resimlere tekrar baktım. Bilyeyi atarken gösteren
resmin hemen altında "Çılgın Türk yazar bilyeyi
atıyor" cümlesini görünce sesli olarak güldüm.
Haberin geri kalanında mavi bilyeye ne olduğuna dair
spekülatif uzman yorumları vardı. En basit açıklama,
mavi bilyenin 0.2 Kelvin derecede 100 tesla manyetik
alan altında eridiği ve helyum akışıyla birlikte
dışarı atıldığıydı. Bu akla gelen ilk ve en basit
çözümdü. 0.2 Kelvin sıcaklığı İngiliz fıkraları kadar
soğuk olduğu için camdan oluşma bilyenin nasıl eridiği
açıkta kalan bir soruydu. Bilyenin içindeki az
miktardaki demirin, manyetik alanda inanılmaz bir
hızda titreştiğini ve bu titreşimin hızla ısıya
dönüşerek bilyeyi eritebileceği bir cevap olabilirdi.
Muhtemelen bilyeyi kendi etrafında çılgınlar gibi
döndüren de buydu. Yine de uzmanın dediği gibi
"Bilyeyi incelememiz gerekir ama tonlarca helyum
içinde on gramlık mavi bilyenin artıklarını bulmak
neredeyse imkansız."
Daha heyecanlı ve hayal gücü geniş fizikçiler ise
bilyenin 1/0 işleminin sonucu olduğunu ileri
sürüyorlardı. Kopenhag okuluna neredeyse düşman olan
bu anarşist fizikçi grubu (kendilerini böyle
adlandırıyorlardı ya da dergi olayı abartmıştı), bölüm
işlemi sonucu ortaya çıkan kuantum belirsizliğinin,
bilyenin varlığı ile sonuca doğru yıkıldığını ve
bilyenin bölüm işleminin sonucu olduğunu yani sonsuza
eşit olduğunu iddia ediyorlardı. Bu sonsuzun ne olduğu
ise belirsizdi. Sonsuz boyut olma ihtimali çok
yüksekti. Bilyenin tüm atomları sonsuza dağılmış veya
sonsuza eşitlenmişti. En basit deyimiyle matematiksel
buhar olmuştu.
Anti-madde teorisi ise pek ilginçti. Basit ama çekici
bir mantığı vardı. Bir bölü sıfır sonsuza eşit
olduğundan, bu sonucu sıfırlayacak değerin de eksi
sonsuz olduğunu iddia ediyordu. Sonsuz artı eksi
sonsuzun sıfır olduğu dalga denklemlerinin sıfıra
yıkılmasıyla ortaya çıktığı aşikardı. O halde bir
kuantum sistemi olarak bilye, ister istemez eksi
sonsuz değerini varsaymıştı. Eksi değer ise bir madde
için anti-madde demekti. Bundan çıkan sonuç ise,
anti-maddeye dönüşen bilyenin hemen madde ile birleşip
yok olmasından başka bir şey değildi. Bu da bilyenin
nereye gittiğini açıklıyordu. Bilye bir yere
gitmemişti, sadece yok olmuştu. Hem de hiç
olmamışçasına.
Her halükarda, başlangıçta basit bir kuantum
bilgisayarı işlemi görünen ama birdenbire yeni bir
kuantum gerçekliği olarak karşımıza çıkan deneyin
(artık deney diyorlardı) aynı şartlar altında ve çok
sıkı bir veri akışı ve gözlem ile tekrarlanması
(kuantumda gözlem mi?) konusunda tüm uzmanlar hem
fikirdi. Hatta deneyin birebir tekrarlanması için
çılgın yazarın da tekrar deneyde yer almasını söyleyen
Princeton'lu bir fizikçi bile vardı. "Kuantum
fiziğinde gözlemcinin varlığı gözlenen sistemi
değiştirdiğine göre gözlemcinin varlığı kaçınılmaz bir
önem taşımaktadır. Gözlemci, yani bilyeyi atan kişi,
deneyin nesnel bir girdisi değil öznel bir parçasıdır
çünkü bilyeyi atan kişinin kuantum varoluşu bile
deneyi etkileyebilir" diyerek oldukça cüretkar bir
mistik zihinsel sıçrama yapıyordu.
Bu açıklama bana pek bilimsel gelmese de, bir an için
yeni kuantum deneylerinde bilye atmak için dünyayı
dolaştığımı hayal ettim. "Biz hazırız Mr. Arı, hadi
bilyeyi atın" diyorlar ve ben gösterişli bir şekilde
bilyeyi atıyorum. Tanrım, bilimsel sorumluluklarımdan
kaçamam ki!
Oxford üniversitesi en kısa zamanda deneyi tekrarlamak
istiyordu ama çılgın yazarı bir daha görme konusunda
hiç de istekli değildiler. Hatta bilgi işlem sırasında
uyulması gereken prosedürlere göre davranmadığı için
onu dava etmeyi düşünüyorlardı.
Sonuçta olay, "bir deli kuyuya taş atmış kırk akıllı
çıkaramamış" gibi gösterilmişti.
Time dergisinin makalesi, fotonlardan sonra mavi
bilyenin de bilim dünyasını epey bir meşgul edeceğinin
kesin olduğunu söyleyip, yazının başlığı ile aynı olan
şu çarpıcı cümle ile bitiyordu "Mavi bilye nereye
gitti?"
"Mavi bilye nereye gitti Emin?"
Dergiden başımı kaldırıp cevaplıyorum "bir başka
paralel evrene, bir başka zamana"
"Nasıl ama?"
"Benim teorime göre, Pythia bir bölü sıfır değerine
gelince çıkış yazmacındaki qbitler de sonsuz değere
doğru gitti. Onlar normal bir bilgisayardaki gibi
çıkış yazmacının taşacağını sandılar ama öyle olmadı.
Quantum polarizasyonundaki tüm berilyum atomları aynı
anda tüm olası paralel evrenlere zıpladı. Bunun
sonucunda tüm paralel evrenlerin hepsi üst üste bindi.
Aynı anda tüm paralel evrenler aynı zamanda
birleştiler ve uzun bir kapı zinciri oluşturdular. Bir
başka deyişle, tüm zamanlar tek bir evrende birleşti
yada tek bir evren tüm zamanlara yayıldı. Kuantum
açısından ikisi de eşdeğerdir. Sonsuz sayıda evrenin,
sonsuz sayıda kapısı."
"Kapı mı? Ne kapısı?"
"Evet, farklı yerlerdeki duran tüm paralel evrenlere
geçiş kapıları. Hepsi de bir bölü sıfır işleminde üstü
üste çakıştılar ve hepsi de birer, birer açıldı"
"Bilye peki?"
"Açılan kapılardan geçerek kayboldu"
"Nereye gitti?"
"Bilye cennetine. Tamam kızma. Her geçtiği paralel
evrende kuantum dalga denklemini bir duruma yıktı"
"Şunu benim anlayacağım şekilde anlat lütfen"
"Yani bilye geçtiği her kapıyı ardından kapattı"
"Nereye gitti peki? Hala anlamadım."
"En son kapadığı kapının ardındaki paralel evrene ve
zamana. Yani Phytia bir tür zaman makinesi gibi
çalıştı. Bilyeyi başka bir zamana ve evrene fırlattı"
"Hangi evren, hangi zaman?"
"Orada bir yerde, sonsuz paralel evrenlerden birinde,
herhangi bir zamanda"
"Bir şey anlamadım. Neyse en azından hiçbir kedinin
canı yanmadı ya. Peki neden ama o mavi bilye? Sen onu
çok severdin. Hani yedi yaşındayken kumsalda bulduğun
bilye değil mi o? Kasanda sakladığın, anlatmıştın ya"
"Evet o bilye"
"Niye onu attın peki?"
"Bilmem yanımda başka bir şey yoktu"
"Üfff anlayamıyorum seni inan! Niye gülümsüyorsun
öyle? Bir ışık gösterisi için iki milyon doları sokağa
attın ama ermiş gibi gülümsüyorsun"
"Bi tanem inan açıklayamam."
"Peki, peki, en azından mutlu olmana sevindim. Seni
dava edecekler mi gerçekten?"
"Hadi canım, asıl ben onları dava ederim. Bilyemi geri
vermediler, ukala İngilizler"
Suna kahkahalarla gülüyor.
"Deli adam seni çok seviyorum"
Birden kahkahası kesiliyor.
"Yoksa? Bir dakika, aman Tanrım buna inanamam!"
Gülümsüyorum.
--0--
Siyah önlük ve beyaz yaka takan ilkokul öğrencileri
elindeki mavi bilyeyi arkadaşlarına gösteren sarı
saçlı çocuğun etrafında toplanmışlar, merakla daha
önce görmedikleri kadar güzel mavi bilyeye
bakıyorlardı.
"Nerden aldın?"
"Almadım. Yazın kumsalda buldum. Gökten düştü, çok
yukarıdan"
"Gökten bilye düşmez, uçaktan mı attılar?" dedi bir
başka çocuk.
"Hayır, gökten düştü, buluta bakıyordum, buluttan
düştü"
Çocuklar kahkahalarla güldüler.
Kimse ona inanmıyordu. Gözleri yaşlandı. Yedi yaşının
en büyük serveti olan mavi bilyeyi avucunda sıkıp
sıraya girmek için koştu.
İstiklal marşı okunmadan önce öğrencilerini sıraya
sokmaya çalışan öğretmen çocuğun gözündeki yaşları
fark etti.
"Ne oldu Emin?"
O daha cevap vermeden çocuklardan biri "öğretmenim bir
bilye bulmuş, gökten düştüğünü söylüyor" dedi. Sırada
bir kahkaha tufanı başladı.
Ağlamaya başladı, bu kadarı çok fazlaydı. Mavi
gözlerinden şıpır, şıpır damlalar akmaya başladı.
"Bakayım bir" dedi öğretmen.
Çocuk tedirgin bir yavaşlıkla cebinden mavi bilyeyi
çıkartıp aşık olduğu öğretmeninin eline koydu.
Genç ve güzel öğretmen mavi bilyeye dikkatle baktı.
"Ne güzel bir bilye? Gökten mi düştü?"
Gözlerini silen çocuk, "evet, öğretmenim, gökten
düştü"
"Kimse sana inanmıyor değil mi?"
"Hiç kimse, Annem bile"
"Olsun, ben sana inanıyorum. Bilye gökten düştü. Kimse
inanmasa bile sen kendine inan, hep sakla bunu" dedi.
Sonra çocuğun gözyaşlarını eliyle silip, yumuşak bir
el hareketiyle sarı saçlarını düzeltti. Bilyeyi onun
minik eline koydu ve gülümsedi. Küçük oğlan çocuğu
öğretmenine yine aşık olmuştu işte. Öğretmeni ona ne
zaman gülümsese, o hep aşık oluyordu. Öğretmeni
gülümsesin diye de çalışkan bir öğrenci olmuştu ya.
"Hadi çocuklar, sıraya girin bakalım, istiklal marşı
ve and okunacak"
Morali düzeldi. Küçük elleriyle bilyeyi sıkıca tekrar
kavradı. Avuçlarının içindeki sertliğini hissetti.
Bilye onun bu dokunuşuna cevap verdi.
Bir an için, sanki elinde sıkıca tuttuğu mavi bilyeyi
ona gönderen biri varmış gibi hissetti. Çok uzaklardan
ona bakan ve onu çok seven biri. Bir hediye
göndermişti. Bir çocuğun saflığı ile hemen inandı
buna. Başını göğe kaldırıp bir buluta baktı ve
"Teşekkür ederim" dedi içinden. Ve söz verdi kendi
kendine, öğretmeninin dediği gibi "Hep saklayacaktı".
Siyah önlükler içindeki rengarenk çocuk kalabalığı
coşkulu bir şarkı gibi "Türküm, doğruyum çalışkanım"
diye bağırırken, sarı saçlı oğlan çocuğu bir daha asla
yaşayamayacağı bir mavi içinde ve ancak bir çocuğun
olabileceği kadar çok mutluydu..

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.