“Meşrutiyet’in ilan edildiği 24 Temmuz 1908 günü, sansür memurlarını içeri sokmama ve gazetelerini sansüre yollamadan basma kararı alan gazeteciler, tarihe direnişin ve özgürlüğün kalemle yazılmış en onurlu sayfasını düşmüştür. Bu olayın yıl dönümü, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 1948 yılında aldığı kararla Basın Bayramı olarak ilan edilmiştir.”
İşte o tarihten bu yana, gazetecilik yalnızca haber yazmak değil, aynı zamanda özgürlüğü korumak, toplumu bilgilendirmek ve halk adına doğruyu aramak anlamına geliyor.
Ancak bu kutsal meslek bugün yalnızca baskılarla, tehditlerle değil; aynı zamanda bilinçsiz bilgi tüketimiyle de mücadele ediyor. Dijital çağda her birey potansiyel bir medya üreticisi, her sosyal medya paylaşımı potansiyel bir haber niteliğinde. Ancak sorun şu ki: Her paylaşım gerçeği yansıtmıyor. Medya okuryazarlığı olmayan bireylerin yaptığı paylaşımlar, doğruluğu teyit edilmeden yayılan bilgiler, toplumsal yapıya doğrudan zarar verebiliyor.
Geçmişte “fısıltı gazetesi” olarak bilinen, doğruluğu tartışmalı söylentiler, bugün sosyal medyada saniyeler içinde binlerce kişiye ulaşabiliyor. Bu, yalnızca bireysel algıyı değil; toplumun güven duygusunu, birlik bilincini ve hatta adalet anlayışını da zedeleyebiliyor.
Bu nedenle gazetecilik; özveri, dikkat ve sorumluluk isteyen bir iştir. Kişilerin özel hayatlarını, temel hak ve özgürlüklerini gözeterek mesleğini icra eden gazetecilere toplumun destek olması artık bir tercih değil, zorunluluktur. Çünkü bir gazetecinin susturulması, toplumun gerçeğe ulaşma hakkının gasp edilmesidir.
Gazetecilik yalnızca meslek değil, aynı zamanda bir vicdan görevidir. Ve o vicdan sustuğunda, gerçeği arayan sesler de yok olur.