Bir çocuk sürekli kafasını kaşıyormuş. Babası bir gün merakla sormuş:
“Oğlum, neden sürekli kafanı kaşıyorsun?”
Çocuk gülümsemiş:
“Galiba onun kaşındığını benden başka bilen yok.”
İşte bu küçük diyalog, insanın iç sesi denilen o görünmez mucizeyi anlatır.
İç ses, başkalarının göremediği, duyup ölçemediği ama senin içinde varlığını bildiğin bir hakikattir. Başın ağrıdığında, kalbin sıkıştığında, ansızın içini kaplayan huzurda hep o vardır.
Ne mikroskopta gözükür, ne kan tahlilinde çıkar.
Ama varlığı, en gerçek varlığındır.
Ne var ki modern çağ insanı, bu sesi duyamaz hale geldi.
Artık içimizdeki o fısıltıyı değil, dışarıdaki gürültüyü dinliyoruz.
Bir zamanlar kendi kalbinden rehberlik alan insan, şimdi parmak uçlarındaki ekranlara hapsolmuş durumda.
Bir fotoğraf paylaşıyoruz; altına gelen beğeniler, yorumlar, kalp emojileri duygularımızın pusulasını belirliyor.
Beğeni sayısı arttıkça kendimizi değerli, azaldıkça yetersiz hissediyoruz.
Bir yabancının yazdığı “Harikasın!” yorumu içimizi ısıtıyor; tanımadığımız biri “Hiç yakışmamış” dediğinde moralimiz bozuluyor.
Oysa hiçbirimiz o fotoğraftaki kişi değiliz, hepimiz içimizdeki sessiz beniz.
Ama o ben, artık görünmüyor.
Görünür olan sadece dijital bir yansıma: filtreli, onay bekleyen, beğeniye bağımlı bir benlik.
İç sesin yerini dış onay aldı.
Başkalarının ne düşündüğü, nasıl gördüğü, ne yazdığı o kadar önemli hale geldi ki, artık kendi iç duygumuzu bile dışarıdan öğreniyoruz.
Birisi “Ne kadar enerjiksin” derse enerjik hissediyoruz.
Üç kişi üst üste “Biraz solgun görünüyorsun” dese, birden yorgun düşüyoruz.
Kendimizi kendi gözümüzle değil, başkalarının yorumuyla tanımlıyoruz.
Bilim, ölçemediği şeyi yok sayar.
Bu yüzden iç ses hep ikinci planda kaldı.
Ama sevgi, umut, vicdan, sezgi… Bunların hiçbiri ölçülemez, yine de hepsi vardır.
Her biri, o sessiz ama derin iç dünyanın kanıtıdır.
Fakat biz, bu çağda kendi içimize yabancılaştık.
Eğitim, toplum, iş, statü, sosyal medya… Herkes bizden bir şey istedi ama kimse “Senin içinden ne geliyor?” diye sormadı.
Zamanla o ses sustu.
Yerini bildirim sesleri aldı.
Artık iç dünyamızın yankısı değil, telefon titreşimiyle yön değiştiriyoruz.
Oysa insanın gerçek özgürlüğü, kendi iç sesine yeniden kavuşmasıyla başlar.
O ses, senin vicdanındır, sezgindir, ruhunun pusulasıdır.
Dış dünyanın onayı ne olursa olsun, o sana “doğru”yu fısıldar.
Eğer dinlemeyi öğrenirsen, sessizliği korkutucu değil, şifalı bulursun.
Çünkü iç ses, seni kimsenin götüremeyeceği yere götürür: kendine.
Bir gün telefonunu sessize al, ekranı kapat, bir köşeye otur.
Dışarıdan gelen sesler azaldıkça, içindeki o tanıdık tınıyı duyacaksın.
Belki şöyle diyecek:
“Ben hep buradaydım. Sadece sen dışarıyı çok fazla dinledin.”