İnsan, evrenin sessizliğinde yankılanan bir nefes kadar bile değildir. Yine de bu küçücük varlık, gökyüzüne bakıp “Ben kimim?” diye sorar. Belki de Tanrı’nın en derin sırrı budur: kendi yarattığı varlığın, varoluşun anlamını araması.
Evrenin yaşı yaklaşık 13,8 milyar yıl. Dinozorların 250 milyon yıl önce yaşadığı düşünülürse, insanlık o büyük zamanın sadece son saniyelerinde belirmiş bir titreşim gibidir. Ve buna rağmen, her birimiz kendi hayatımızı sonsuz bir destan sanırız. Oysa kainatın gözünde insan ömrü süresi, bir yıldızın ömründe yanıp sönmüş bir anlık kıvılcımdan fazlası değildir. Bir damlanın okyanustan kopup havada bir an parlaması, sonra yeniden okyanusa karışması gibidir insanın ömrü.
Belki Tanrı, evreni doğuran bir “an”da, kendi yalnızlığını paylaşmak istedi. Belki de bir “baba” ya da “babaanne Tanrı”, yeni doğan bir başka “bebek” Tanrı’ya hediye olarak yarattı kainatı. Belki katrilyonlarca evren ve milyarlarca Tanrı var ve her biri kendi düşünde bir varoluş kurguluyor. Kim bilir, belki biz de bir gün kendi küçük evrenimizi yaratacak kadar olgunlaşırız ama o zaman bile, hâlâ sonsuz bir okyanusta sadece bir su damlası olacağız.
Budha’ya nereden geldik nereye gideceğiz diye sormuşlar demiş ki biz evrenin bir parçasıyız tekrar evrene döneceğiz. Nasıl yani demişler bir örnekle açıklamış; okyanusu evren olarak düşünün, okyanustaki dalgalardan bir su damlası yukarı doğru sıçrar işte o senin doğumundur. Bir damla olarak yaşarsın ve sıçradıktan çok kısa bir süre sonra tekrar okyanusa geri düşersin ve okyanusun bir parçası olursun işte o da ölümündür… İşte bir su damlası sıçraması gibidir 90 ya da 100 yıl da olmuş olsa bizim ömrümüz, kainatta sadece bir “an” a denk gelir. Biz evrenin bir parçasıyız. Doğarken evrenden kopar, ölürken ona geri döneriz. Okyanustan sıçrayan minik bir su damlası gibi, kısa bir an parlar ve kayboluruz. Ama o damlanın düşerken bıraktığı iz, okyanusun bütününe ait olur.
İşte bu yüzden 90 yaşındaki bir insan bile evrenin gözünde bir çocuk kadar gençtir. Çünkü kainatın zamanı bizim saatlerimizle ölçülmez. Bizim ömrümüz, sonsuzluğun nefes alıp vermesi arasındaki bir “an”dır.
Tanrı’nın en büyük armağanı budur:
Kısacık bir ömürde, sonsuzluğu fark edebilme yeteneği.
Ve insanın bu kısa ömründeki en büyük bilgelik, sonsuzluğu fark ettiği anda dünyaya ait zincirleri çözebilmesidir. Malın, mülkün, unvanın, egonun ardındaki sahte ağırlıkları bırakıp, yeryüzünün mucizelerine çıplak bir gözle bakabilmektir. Çünkü insan ne kadar çok şeye sahip olursa, aslında o kadar çok şeye bağımlı hale gelir. Oysa bir sırt çantası, biraz yol tozu, bir dağdaki pınardan içilen bir avuç su ve yıldızların altında duyulan sonsuz sessizlik… İşte gerçek zenginlik…
Ülke ülke, şehir şehir dünyayı gezdikçe ve kainatın kucağında yürüdükçe insan aslında sadece doğayla değil kendi özüyle de karşılaşıyor. Rüzgârın sesi, bir nehrin akışı, bir ağacın sabrı bize şunu öğretiyor; mutluluk, sahip olduklarımızda değil, ait hissettiklerimizde gizlidir. Dünyayı gezen, dağları aşan, denizleri dinleyen ve böylece evreni hissetme yeteneği kazanan biri artık ölümü korkuyla değil, huzurla karşılamaya başlıyor. Çünkü biliyor ki o da artık okyanusa dönecektir; parçası olduğu o sonsuz bütünlüğe.
Ve işte o an, insan nirvanaya ulaşır:
Ne bir mala, ne bir unvana, ne de bir zamana ait olur.
Sadece evrene, sadece varoluşun kendisine…
Dipnot: Bu yazıma ilham veren sınıf arkadaşım Dr.Alpay Genç’e teşekkür eder, babaannesine Tanrı’dan rahmet ve evrende sonsuz ışıklar dilerim.