RAHMİ KOÇ ANLATIYOR: ‘ALLAHIM BANA HER İSTEDİĞİMİ VERDİ...’

"BABAM ENTERESAN BİR ADAMDI, KİMSEYLE YAKINLAŞMAZDI."

RAHMİ KOÇ ANLATIYOR:

BAZEN YATTIĞIMDA KENDİ KENDİME DÜŞÜNÜYORUM YATAKTA, ‘ALLAHIM BANA HER İSTEDİĞİMİ VERDİ...’

 

-RAHMİ BEY, BEŞİKTAŞ ŞAMPİYON OLUR MU?

BEŞİKTAŞ GEÇEN SENE PARASIZ, KULÜPSÜZ, STADSIZ ŞAMPİYON OLDU. BU SENE PARASI VAR, KULÜBÜ VAR, STADI VAR, STİLİ VAR... STAT DÜNYADA EN MODERN İKİNCİ STAD SEÇİLMİŞ. KENDİNDEN SONRA GELENLE ARASINDA DA 5 PUAN FARK VAR AMA YOL UZUN. BEN ALACAKLARDA PARA CEBİME GİRMEDEN TAHSİLAT YAPILMIŞ SAYMAM.

İŞTE VEHBİ BEY’İN, OĞLU RAHMİ KOÇ’A İLK ÖĞRETİSİ...

VEHBİ BEY’İN YANLIŞ KARARDAN BİR KURUŞ KAYBEDİLMESİNE BİLE TAHAMMÜLÜ YOKTU. AYNI ŞEYİ BİN DEFA ETÜD EDERDİ!..

BABAM DERDİ Kİ “ÜÇ TÜRLÜ TÜCCAR VARDIR, BİRİNİN SÖZÜ KAFİDİR, BİRİNİN SÖZÜNÜN YANINA İMZASI GEREKİR, ÖBÜRÜNÜN SÖZÜNÜN YANINDA HEM KENDİ HEM DE BAŞKASININ İMZASI ŞARTTIR.

Röportaj: Bilal Özcan / Gazette 13

Koç Holding Şeref Başkanı ve Yönetim Kurulu üyesi sayın Rahmi Koç ile, rahmetli babası Vehbi Koç adına düzenlenen Vakıf ödül töreninde karşılaştık. Sağ olsun lütfetti, Gazette 13’e Vehbi Bey’i anlatma teklifimize sıcak baktı. Rahmi Bey ile randevuya bu gazetenin sahibi duayen gazeteci Güngör Denizaşan ile birlikte gittik. Rahmi Koç ile Nakkaştepe’de, holding merkezinde çok güzel bir öğle yemeği yedik. Balık çorbası ve Lagos balığı harikaydı. Biz yemeği çok beğendik de bakalım siz, Rahmi Bey’le yaptığımız söyleşiyi beğenecek misiniz? Buyurun sofraya... Pardon röportaja!..

Bilal Özcan

 

-Rahmi Bey, geçtiğimiz günlerde sizinle babanız Vehbi Koç’un adına düzenlenen geleneksel ödül töreninde karşılaştık. O akşam müthiş enerjiktiniz, neredeyse her konukla tek tek ilgilendiniz, espriler yaptınız. Siz yıllar önce de böyleydiniz, bugün 80 küsur yaşında yine çok hareketlisiniz. Bu dinamizminizi neye borçlusunuz?

Güzel bir sual; bir defa sağlığıma dikkat ediyorum. Muntazaman spor yapıyorum. Bazı insanlar sporu bütün hafta bekler, Cumartesi Pazar zorlarlar. Oysa ben Cumartesi, Pazar dahil her gün spor yaparım. Ne sporu yaparım; her gün 700 metre ile 1 kilometre yüzerim. Haftada üç gün plates yaparım. Onun dışında gece iki buçukta kalkar bir saat ‘tread mill’ (koşu bandı) yaparım, lobut çeviririm. Ondan sonra da sırt üstü yatarak göbek inceltme hareketleri yaparım. İşimiz icabı ben çok uyku uyumayı sevmem, az uyku yetiyor bana. Dolayısıyla sabah yedide kalkarım. Dokuz buçukta ofise gelirim akşam sekiz buçuğa kadar çalışırım.

-Günde kaç saat uyuyorsunuz?

On ikide yatarsam iki buçukta kalkıyorum, iki buçuk saat. Ondan sonra üç buçukta yatıyorum yedide kalkıyorum.

-Yani geceleri toplam 6 saat uyuyorsunuz, peki gündüzleri uyuyor musunuz?

-Yüzde yüz... Gündüz uykusunu hiç aksatmam. Umumiyetle öğlen yemeğinden sonra yatarım. Eskiden soyunup 15 dakika kendimden geçerdim. Kalp ameliyatından sonra bunu bir saate çıkardım. İki elim kanda olsa o uykuyu mutlaka uyurum. Bunu, bu sistemi Churchill İsmet Paşa’ya tavsiye etmiş, İsmet Paşa Vehbi Koç’a anlatmış “Sen de yap böyle...” diye. O da yapardı. Vehbi Koç mösyö Burla’ya, Eli Burla’ya aktarmış, o da bana söyledi ben de o zamandan beri devam ediyorum. Neredeyse 50 senedir gündüz uykusuna yatıyorum ve tavsiye ederim. Günü ikiye böler, insan daha dinamik kalkar, dinlenmiş kalkar ve aklı daha pırıl pırıl olur.

 

BABAM ENTERESAN BİR ADAMDI, KİMSEYLE YAKINLAŞMAZDI. DAİMA MESAFE KOYARDI; ANNEM DAHİL... DOLAYISIYLA, ANNEM BABAMA DAİMA “VEHBİ BEY” DİYE HİTAP EDERDİ. HİÇ BİR ZAMAN ANNEMİN BABAMA İLK İSMİYLE HİTAP ETTİĞİNİ DUYMADIM.

 

-Çok güzel... Anne ve babanızın 4 evladından tek erkek sizsiniz, çocukluğunuzda tek erkek olmanın ayrıcalığınızı gördünüz mü, çok kayrıldınız mı?

Dediğiniz doğru, ablam Semahat Arsel ile ben bir gruptuk. Biz daha büyüktük. 7-8 sene sonra rahmetli Sevgi geldi, ondan sonra da Suna doğdu... Sevgi vefat etti, Suna ALS; on beş senedir rahatsız. Ablamla ben kaldık. Geçmişte erkek çocuk olarak ayrıcalık, annem tarafından bana daima yapılmıştı. “Aman oğlum nerede, aman oğlum denize girmesin, aman oğlum şöyle yapsın, böyle yapsın, kendine iyi baksın, üşütmesin... Annelerin evlatların üstüne nasıl düştüğünü bilirsiniz. Hatta o kadar ki yazın bütün çocuklar Büyükdere’de yüzerdi, annem elimden tutar beni Kapalıçarşı’ya götürürdü. İleride kurmayı düşündüğü müzede sergileyeceği Osmanlı giysilerini almak için araştırma yapardı, meraklıydı. Beni de yanından ayırmazdı.

-Anneniz size çok düşkündü ama babanızın da bir otoritesi vardı evde değil mi? O otoriteyi hisseder miydiniz?

Babam enteresan bir adamdı, kimseyle yakınlaşmazdı. Daima mesafe koyardı; annem dahil. Dolayısıyla annem babama daima “Vehbi Bey” diye hitap ederdi. Hiç bir zaman annemin babama ilk ismiyle hitap ettiğini duymadım. Babam da anneme “Sadberk Hanım” derdi. Ya “Hanım” derdi, ya “Sadberk Hanım” derdi. Rivayet ederler ki babam çocuklar yüz bulmasın diye uyurken öpermiş...

-Öyle mi; çok ilginç...

Evet; dolayısıyla fevkalade disiplinli, fevkalade sistematik, çok çalışkan bir insandı Vehbi Bey... Neredeyse iki şeyi düşünürdü; iş bir, filantropi iki. Yani vakıf işleri, vermek, yardım etmekle ilgili faaliyetler...

-Peki efendim, babalar çocukları küçük yaştayken onlarla ilgilenip, eğlenmeyi, oyun oynamayı severler. Mesela evde alt alta üst üste güreşirler. Çocukken babanızla hiç öyle bir şey yaşamadınız mı?

Yok efendim nerede... Hayır; bizde dadı vardı. Alman ve Avusturyalı dadılar. Babamızın zamanında Londra, Paris, İtalya’ya filan gidilmezdi. Amerika’ya hiç gidilmezdi. Daha ziyade Viyana, Budapeşte ve Berlin’e gidilirdi. Ondan dolayı Alman ve Macar mimarlar, mühendisler ve tesisatçılar kullanırdı inşaatlarda. Hem de bize o ülkelerden dadı tutmuştu, onların lisanını öğrenelim diye. Dadılar akşama doğru saat beşte bizi yakalardı. Adam akıllı bir yıkardı, giydirirdi ve babamızı karşılardık. Yemeğimizi daha evvel yemiş olurduk. Ona “hoş geldin” der elini öperdik, sonra gider yatardık. Öyleydi disiplin... Sabahleyin de babamız belki biz kalkmadan evvel giderdi işe. Dolayısıyla babamızı ancak hafta sonunda görürdük. Hafta sonunda da babamız ata binerdi, biz Keçiören’de evde beklerdik onu, ‘babamız gelsin’ diye ve daima mesafeliydi.

-Babanız bu disiplini, bu kültürü kendi babasından görmüş değil mi?

Tabii tabii aileden gelme, mesela 6 yaşında, 7 yaşında erkenden kalkar gider dükkanı süpürürmüş. Onların Ankara’da Çengel Han’da bir dükkanı var, gittim o dükkanı aldım eskisine yakın bir şekilde restore ettim.

 

ÖZÜ VE SÖZÜ DOĞRU OLACAK BU BİR, VERGİYİ DOĞRU ÖDEYECEK İKİ... ALACAĞINI BAZEN TAHSİL EDEMEYECEK AMA BORÇLARINI ZAMANINDA ÖDEMESİ LAZIM. BUNLAR PRENSİPLERİYDİ VEHBİ KOÇ’UN.

 

-Babanız Vehbi Koç Türkiye’de ilkleri gerçekleştiren bir işadamı ve sanayiciydi. Türkiye’nin ilk ampul, traktör, beyaz eşya, radyatör, mutfak gazı, kablo, tekstil, kibrit, otomobil fabrikalarını babanız kurdu. Sanayi, ticaret ve uluslararası ortaklıklar, vakıf, sosyal hizmetler ve eğitimle dolu dolu geçen bir 95 yıl yaşadı. Babanızın başardıkları zaman zaman sizi hiç hayrete düşürüyor mu? Tabii siz bayrağı ileri taşıdınız, babanızın yaptıklarına çok büyük değer kattınız, şimdi de evlatlarınız görevi başarıyla yürütüyor. Ancak babanız Türkiye’nin yokluk yıllarında büyük başarı gösterdi...

Babamız Türkiye’nin çok yokluk senelerini yaşadığı için, o zaman toplu iğne dahi ithal edildiğinden muhakkak memlekette bir şeyler yapılması lazım geldiğine inanıyordu. Rivayet eder, yaylı arabayla Ankara’dan Çankırı’ya 3 günde gidermiş, İstanbul’a 11-12 günde gelirlermiş. Yaylı arabayla, o zamanlar tren filan da hak getire. Dolayısıyla bir çok kişiden evvel memlekette bir şeylerin yapılması lazım geldiğine, ithalata bağlı olmamamız lazım geldiğine kendi kendini inandırdığı gibi bu yolda çok büyük gayretler sarf etmiş. Çünkü memleketin kanunları, nizamları o zaman sanayiciliğe müsait olmadığı için bütün o yolları kendisi açmak zorunda kalmış. İlk olmanın zorluklarını yaşamış. En mühim konu dolar tahsisi. Makine ve teçhizat almak için yabancı para cinsinden tahsis... Ondan sonra ikinci mühim şey teknoloji transferi. Onun nasıl yapılacağını dahi ne maliye bakanlığı, ne hazine, ne sanayi bakanlığı bilmiyor, öyle bir şey yokmuş. Yabancı sermaye nasıl ithal edilir, ortaklıklar, anlaşmalar nasıl yapılır, ne süreyle devam etmesi lazım, lisans ücreti nasıl verilir, nasıl verilmez, bunlar ihracata zorlanır mı zorlanmaz mı hiç bilinmezdi. İşe başladıktan sonra hepsini el yordamıyla yavaş yavaş, mücadele ede ede çözmüş. Bir de karşısında daima ithalatçıları görürmüş, onlar da Vehbi Bey’i bezdirmeye, usandırmaya, sabote etmeye çalışırlarmış. Oldukça sıkıntılı devre geçirmiş. Üstelik o zaman memlekette tüccar olmak ayıptı. Ya bürokrat ya asker olacaktın. Sanayici olmak bilinmezdi, yoktu öyle bir iş kolu. Ticaret, gayri Müslümlerin elindeydi o zaman biliyorsunuz. Onların elinden bunu alabilmek için de büyük bir çaba sarf etmiş.

-Babanızın size ilk öğretisi neydi, hatırlıyor musunuz?

Kanunlara uymak ve düzgün olmak bir numaralı öğretisiydi, ondan sonra özüne, sözüne sadık olmak.

 

BABAM DERDİ Kİ “ÜÇ TÜRLÜ TÜCCAR VARDIR, BİRİNİN SÖZÜ KAFİDİR, BİRİNİN SÖZÜNÜN YANINA İMZASI GEREKİR, ÖBÜRÜNÜN SÖZÜNÜN YANINDA HEM KENDİ, HEM DE BAŞKASININ İMZASI ŞARTTIR.

 

Güngör Denizaşan- Vehbi Bey beni görünce başlardı gülmeye, “Ne komik adamsın” derdi. Kısa bir hatıramı anlatmak isterim. Hilton’daydık, etrafında yirmi kişi toplanmış, Vehbi Bey’in elinde viski bardağı çeviriyor, bardağa bakıyor... Sıkıntıyı anladım, “Efendim ben gazeteciyim” dedim. Tanıyor tabii aslında “Gazeteciyim” dememe lüzum yok. “Çok önemli bir konu var” dedim. Baktı ‘Bir şeytanlık var bu işte’ diye düşündü herhalde, “Ne istiyorsun, ilan mı?” dedi. “Yok” dedim, “İlan filan istemem sayfalarım dolu”. “Peki ne istiyorsun paraya mı ihtiyacın var” diye sordu. “Paraya da ihtiyacım yok, Vehbi Bey Allah rızası için” dedim. Çok merak etti, “Ne istiyorsun?” diye tekrar sordu, “Yarım günlüğüne garsoniyerinin anahtarını...” deyince kahkahayı patlattı, yerlerde... “Allah senin müstahakını versin” diyor ama nasıl gülüyor. “Ne komik adamsın yaa” dedi. Biraz sonra Sevgi geldi, “Ne yaptın babama, ölecek gülmekten” dedi. Doğan geldi, “Ne oluyor?” diye sordu. “Yahu bu adam beni öldürecek” dedi... Sonra ne dedi biliyor musunuz Rahmi Bey, “Vermem anahtarı” dedi... Halbuki garsoniyeri filan yok... “Niye vermezsiniz?” diye sordum. “Gelen kadınlar eşyaları çalıyorlar” diye cevap verip bir kahkaha daha attı. Hep birlikte katıla katıla güldük. Vehbi Bey beni ne zaman görse, “Beni güldür” derdi. Onun için çöplükten aldığı çocuğu benim yani.

Rahmi Koç – Estağfurullah...

Bilal Özcan - Babanız çalışma hayatına babasının açtığı mahalle bakkalında makarna, şeker, zeytin, peynir satarak başlamış. Size o günlerden söz eder miydi hiç?

Evet söz ederdi, anlatırdı. Sabahları erkenden 06.00’da gidip süpürür, dükkanı o açarmış. Babası malları alır getirir, o dizermiş oraya. Bir şey satıldığı zaman da babam malı paket eder adamın eline verirmiş, atlı arabası varsa oraya kadar götürürmüş.

-Merak ettim veresiye defteri var mıymış bakkal dükkanında?

Varmış tabii, elimize geçmedi ama veresiye defteri varmış...

-Size göre, bakkallıktan Türkiye’nin ve dünyanın en büyük 200 firmasından birinin patronu olmaya giden yolda babanızın hiç vazgeçemediği prensibi neydi?

Özü ve sözü doğru olacak bu bir, vergiyi doğru ödeyecek iki. Alacağını bazen tahsil edemeyecek ama borçlarını zamanında ödemesi lazım. Bunlar prensipleriydi Vehbi Koç’un.

Güngör Denizaşan – Bono değil söz vardı o zaman...

Rahmi Koç – Tabii canım, el sıkıştığı zaman iş bitmişti. Babam, “Üç türlü tüccar vardır, birinin sözü kafidir, birinin sözünün yanına imzası gerekir, öbürünün sözünün yanında hem kendi hem de başkasının da imzası şarttır” derdi.

-Öyle mi, babanız mı söylerdi?..

Evet...

-Ne güzel, çok anlamlı... Babanızla birlikte en çok ne yapmayı severdiniz? Mesela iş konuşmak, seyahat etmek, yemek yemek...

Seyahatlerini daha ziyade benimle yapmazdı. Çünkü ben pipo içerdim, onun yanında içsem de içmesem de rahatsız olurdu. Seyahatlerini daha ziyade annemle, annemden sonra da ablamla yapardı. O bakımdan nadiren beraber seyahat ederdik, çok üst seviyede bir iş seyahati olduğu zaman beraber giderdik. Onda da çalışma arkadaşları ve ben grup olarak katılırdık. Boş olduğumuz zaman beraber oturur işten bahsederdik. Hangi müdür onun gözünde nasıldır merak ederdim, sever mi sevmez mi, nedir, ne değildir... Çok dikkatli konuşurdu ve de anneme derdi ki “Hiç bir zaman benim bir müdürüm için bana iyi veya kötü bir şey söyleme, senin tesirin altında kalırım”

-Çok enteresan...

O konuda da prensibi vardı, konuşturtmazdı...

-Beyler genellikle hanımlarının fikrini alırlar ve etkisinde kalırlar. Babanız çok doğrusunu yapmış.

Tabii tabii. Mesela Amerika’ya gittikleri zaman, annem bir araya geldiklerinde orada görevli müdürümüzle sekreterini şöyle bir tetkik etmiş, adamın sekretere olan tavrı dikkatini çekmiş. Adamın karısı Türkiye’de, müdür New York’ta oturuyor. Babama, “Bu adam karısını boşayacak, sekreterini alacak haberin olsun” demiş.

-Öyle de oldu mu?

Oldu, aynen öyle oldu.

 

HELİKOPTERİ ALDIK, BİNMEZ, BİNMEZ, BİNMEZ... BENİM TARABYA’DAKİ EVİMDE HELİKOPTER PİSTİ VARDI, BİR GÜN HELİKOPTERİ ORAYA ÇAĞIRDIM. “BABA, GEL BUNA BİN, SENİ ERDEK’E OTELİN ÖNÜNE KADAR GÖTÜRÜR” DEDİM. BİNDİ, OTELİN ÖNÜNDE İNDİRDİK. “YAHU BU NE İYİ İŞMİŞ, KİM BUNU BULMUŞ, ALLAH RAZI OLSUN” DEDİ.


 

-Vehbi Koç iş konusunda çevresindekilerin fikrini mutlaka alırdı...

Çok, çok demokrattı. Muhakkak fikir sorardı ve Vehbi Bey yanındakilerini öyle hale getirirdi ki onlar Vehbi Bey’in aklından geçenleri teklif ederlerdi.

-Öyle mi... Peki şöyle olur muydu mesela, babanız çevresindekilerin fikrini aldıktan sonra o fikirlerden birine ikna olup da fikrini değiştirdiği oldu mu hiç?

Tabii tabii... O bakımdan gayet liberaldi, diktatör değildi, ısrar etmezdi. Eğer bir başkasının fikri daha iyiyse onu dinlerdi ve o şekilde hareket ederlerdi.

-Aynı prensibe siz de devam ediyormuşsunuz, öyle mi?

Evet, ancak ben onun kadar demokratik değilim bazen, ama yanımızda çalıştırdığımız arkadaşlar fevkalade kıymetli insanlar. Çok işle uğraştığımız için bir konuya büyük vakit ayırmaya ve tetkik etmeye zamanımız olmuyordu. Onlar derinliğine incelerlerdi ve kendi sektörlerinin sorunlarını bizden daha iyi bilirlerdi tabii. Oturup konuştuğunuz zaman bizim fikirlerimizin yanında onların da enteresan fikirleri olurdu ve dinler, ona göre hareket ederdik.

-Bir de siz, yanınızda çalışanların aklına güveniyorsunuz. “Herkes akıllı, herkesin fikrine değer vermek gerekir” anlamında bir sözünüz, bir prensibiniz olduğunu duymuştum...

Tabii, tabii, tabii... El elden daha üstündür derler. Birde, birisiyle konuştuğunuz zaman, onun da en az sizin kadar akıllı olduğunu aklınızdan çıkarmamanız lazım...

-Aaa tamam, o sözünüz tam da buydu:

‘Birisiyle konuştuğunuz zaman, onun da en az sizin kadar akıllı olduğunu aklınızdan çıkarmamanız lazım’

Babanız tutumlu ve ölçülü bir insandı. Babanızla ilgili yıllar önce şöyle bir anı duymuştum. Vehbi Koç bir gün uçakla İstanbul’dan New-York’a uçuyor. Vehbi Bey ekonomi bölümünden bilet almış, uçağın arka sıralarına oturmuş. Herkes binmiş, kapılar kapanmış. Kabin amiri bayan babanızın yanına gelip, “Vehbi Bey buyurun lütfen uçağın önünde uygun yer var” demiş. Babanız hiç oralı olmamış, “Kızım, uçağın önü New-York’a gidiyor da kıçı gitmiyor mu?” diye cevap vermiş ve yerinden kalkmamış. Doğru mu bu?

Doğrudur. Çok mütevazıydı. Mesela hiç bir zaman benim teknelerimden birine binmedi. Giderdi Ayduk Koray’ın teknesine binerdi, Şarık Tara’nın teknesine binerdi, benim tekneme binmezdi.

-Neden binmezdi sizce?

Neden binmezdi, çünkü arzu-yu hilafına tekneyi yaptırmıştım.

-Günümüzde bir çok işadamının özel uçağı var, özel uçağa biniyorlar; Vehbi Bey bugün olsa özel uçakla seyahat etmez miydi?

Güngör Denizaşan – Sanmam...

Rahmi Koç- Biz özel uçaktan evvel ilk defa helikopter aldık. Oraya, buraya gitmek zor oluyordu. Ben helikopteri aldım, Vehbi Bey binmedi. Yine o sıkıntıya devam etti. Düşünün yazın tatile Pınar Otel Erdek’e giderdi. Nasıl giderdi? Arabaya binerdi, o zaman vapurlar köprüden kalkıyordu, oraya giderdi. Bandırma vapuruna binerdi, kaptanın köşküne çıkardı. Orada kaptanla laf ederlerdi bir çay içerdi. Ondan sonra Bandırma’ya bizim Eskişehir’deki şirketin arabası gelirdi. Eskişehir’de yedek parça satan müdür arkadaşımız yahut muhasebeden biri o arabayı kullanırdı, Vehbi Bey o arabaya binerdi ve Pınar Otel’e giderdi. Orada kaldığı sürece o kişi hem arabayı kullanır hem notları alır, hem de telefon organizasyonlarını yapardı. Otelde telefon bir tane olduğu için Vehbi Bey’in odasına özel hat çektirilmişti. Helikopteri aldık, binmez, binmez, binmez... Benim Tarabya’daki evimde helikopter pisti vardı, bir gün helikopteri oraya çağırdım. “Baba gel buna bin, seni Erdek’e otelin önüne kadar götürür” dedim. Bindi, otelin önünde indirdik. “Yahu bu ne iyi işmiş, kim bunu bulmuş, Allah razı olsun” dedi. Dolayısıyla ondan sonra binmeye başladı. “İnsan rahata çok çabuk alışıyor” diyordu...

-Vehbi Bey risk almayı sever miydi, yoksa yapacağı işin garantili olmasını mı tercih ederdi?

Vehbi Bey çok az risk alırdı, bir yatırım yapmadan evvel üzerinde çok çalışırdı. Çok kişiye sorardı, o kadar etüt, inceleme yapardı ki bazen kıvamını kaçırırlardı ve iş elden giderdi.

 

TELEVİZYONDA, FİLMDE FİLAN GÖRDÜĞÜM ZAMAN, “BU ADAMLAR HAVADA NASIL BÖYLE UÇUYORLAR?” DİYE ÇOK İMRENİYORUM. AMA GEL YAP DESENİZ BELKİ CESARET EDEMEM, BİLMİYORUM; ÇALIŞMAK LAZIM TABİİ...

 

-Yapmayın, o kadar mı?

Evet, dolayısıyla biz daima eş dost ve sanayiciler tarafından ağır hareket eden bir grup olarak tanınırdık. Onlar daha çabuk karar verirlerdi ama onlar da kurumsal değildi. Patron karar veriyor ve oluyordu. Yanlış bir şey olsa zarar ederlerse de kimse sormuyordu. Bizde Vehbi Bey’in yanlış bir karardan bir kuruşun kaybedilmesine dahi tahammülü yoktu. Dolayısıyla aynı şeyi bin defa etüt ederdi, yüzde yüz emin olduktan sonra düğmeye basardı.

-Bazen fırsat kaçtığı da oluyordu, diyorsunuz...

Kaçtığı oluyordu tabii.

-Ancak gelinen noktada Vehbi Bey’in doğruyu yaptığı ortada.

Evet, uzun vadede doğru yaptığı ortada,

-Siz gereken zamanlarda hep risk aldınız mı?

Ben risk alırdım. Yine arkadaşlara “Bunun riski ne kadardır?” diye sorardım. Eğer yüzde 25, yüzde 30 ise alırdım. Ama “Efendim bu tehlikelidir, yüzde 60, 70 riski vardır” derlerse o zaman o işe girmezdim.

-Risk demişken, skydiving (gökyüzü dalışı) yapma arzunuzu okumuştum, bunu yapmayı hala düşünüyor musunuz?

Televizyonda, filmde filan gördüğüm zaman, “Bu adamlar havada nasıl böyle uçuyorlar?” diye çok imreniyorum. Ama gel yap deseniz belki cesaret edemem, bilmiyorum. Onda çalışmak lazım tabii... Biliyorsunuz laboratuvarları var alttan üflüyor, böyle duruyorsunuz hep dengede olacaksınız. Bir de yanınızda biri daha atlıyor, Allah muhafaza paraşüt açılmazsa sizi tutuyor beraber iniyorsunuz filan...

-Peki paraşüt atladınız mı?

Ankara’da atladık...

-Kuleden mi?

Evet paraşüt kulesinden, gençken gider atlardık.

 

BABAM SNOB DEĞİLDİ, BURNU HAVADA DEĞİLDİ. ZENGİNLİĞİNİ HİÇ BİR ZAMAN ETRAFA YAYMAZDI. “DOLU KÜP SES ÇIKARMAZ” DERDİ.

 

-Vehbi Bey özel sektör eliyle sanayileşmede, müesseseleşmede, profesyonel yönetimde, vakıflar kanalıyla eğitim, sağlık alanlarında ve sosyal hizmetlerde dünya çapında kıymetli ve örnek alınacak bir işadamı. Allah rahmet eylesin. Oysa o son derece mütevazı bir insandı. Babanız alçak gönüllü olmasının hiç sıkıntısını çekmiş miydi?

Babam snob değildi, burnu havada değildi. Zenginliğini hiç bir zaman etrafa yaymazdı. “Dolu küp ses çıkarmaz” derdi. Dolayısıyla fevkalade mütevazıydı, öyle de olunca her tip adamla rahatlıkla diyalog kurabilirdi. Bakın, bu bizim Mustafa’da da vardı, rahmetli her tip adamla diyalog kurabilirdi. Babamızın bu tarafı kamuoyunda çok takdir edilirdi. Mütevazı olmakla birlikte tantana yapmadan kimseye bir şey söylemeden fakir fukaraya yardım etmeyi, fiyaka yapmadan, bunu kullanmadan dini vecibelerini yerine getirmeyi, vergileri zamanında ödemeyi, bilançoyu sağlam tutmayı çok iyi bilirdi ve onda da ısrar ederdi. O kadar ki biz yüzde 60 kendi paramızla çalışırdık, halbuki bankacılar “Siz enayi misiniz, yüzde 60 kendi paranızı kullanıyorsunuz, git yüzde 20 kendi paranı koy, yüzde 80 borç al. Siz nasıl olsa ödediğiniz faizden daha fazla para kazanıyorsunuz, dolayısıyla elin taşınla elin kuşunu vurun” derlerdi. Vehbi Bey, “Ben sağlamcıyım, ne olur ne olmaz!” derdi. Çünkü, bir çok işe girmesinin bir sebebi de, biliyorsunuz o zaman Türkiye’de ekonomi devamlı inişli çıkışlıydı. Bütün yumurtaları aynı sepete koymazdı. Dağıtırdı ki, işlerin birisi iyi giderse öbürü fena gider, biri fena giderse başka bir tanesi biraz daha iyi gider. Bunları böyle üst üste koyduğunuz zaman netice müspet çıkardı. O bakımdan riski de sektörlere dağıtmayı tercih ederdi.

-Çok doğru düşünmüş ve başarıyla uygulamış.

Başka bir konuda, her işte ilk olduğunuz için o zamanlar yan sanayi ve ikmal yoktu. Dolayısıyla onları kendimizin yapması icap etti. Mesela bujiye, aküye girdik, lastik, jant, döşeme, enstrümantasyon cihazları yaptık, makine bloku için döküm yaptık. Bunları niye yaptık, çünkü kimse yoktu. Yan sanayiler yavaş yavaş belirdikçe ve bunları herkese yaptıkları için bizim kendimize yaptığımızdan daha ucuza, daha sofistike yapmaya başladıklarından, biz onların çoğunu elden çıkardık. Kim en iyiyi en ucuza yapıyorsa ondan ikmal yapmaya başladık.

-Rahmi Bey siz de tüm apoletlerinize rağmen, asla kendinizi beğenmiş bir insan değilsiniz. Bu bir Vehbi Koç öğretisi mi?

Aile geleneği... Vehbi Koç’tan gelen bir gelenek, görgüdür. Yani o şekilde büyütüldük.

-Davetlere giderken yakanıza taktığınız kırmızı karanfilin bir öyküsü, hikayesi var mı?

Hiç bir hikayesi yok. İngiltere’de çok takdir ettiğim bir sanayici vardı, o takardı kırmızı karanfili. Ben ondan gördüm. Akşamları yıkanıp giyindikten sonra canlı bir karanfil takmak hoş oluyor, renk katıyor. Düğünlerde nikahlarda beyaz karanfil takarım, onun dışında kırmızı karanfil...

-Rahmi Koç Müzesi’nde sizin balmumu heykelinizin de kırmızı karanfili var.

O her gün değişir...

-O karanfil her sabah yenileniyor öyle mi?

Evet, tabii...

-Babanızdan sonra, iş konusunda çocuklarınız bir şey danıştığı zaman, “Babam olsa nasıl yapardı” diye düşündüğünüz oldu mu hiç?

Şartlar çok değişti, babamın zamanında kapalı ekonomi vardı. Şimdi, ağzına kadar açık dehşet rekabetli bir ekonomi var. Dolayısıyla, babamın zamanında maharet döviz bulmaktan geçiyordu, bir sanayinin yahut iş kolunun başarısı eğer iyi döviz bulabilirsen yaşamına diyecek yoktu. Oysa günümüzde döviz istediğiniz kadar bol, bu gün sofistike yani al benili, kaliteli, rekabet gücü olan mal üretmek lazım. O zamandan bu zamana şartlar çok değişti.

 

BAZEN YATTIĞIMDA KENDİ KENDİME DÜŞÜNÜYORUM. ALLAH’IM BANA HER İSTEDİĞİMİ VERDİ, AMA İNSANIN İSTEMESİNİN SONU YOK. ONUN İÇİN BU ARZULARIMDA DAHİ KENDİMİ GEMLEMEYE ÇALIŞIYORUM YATAKTA. “ŞUYUN VAR, BUYUN VAR, SAĞLIĞIN VAR, DAHA NE İSTİYORSUN?” DİYORUM KENDİ KENDİME...

 

-İçtiğiniz çayın rengi çok değişik. Merak ettim ne tür bir çay o?

Bunu elli sene önce Japonlardan öğrendim. Onlar içerler bunu. Üç tane iyiliği vardır, bir tanesi yediğiniz yemeği hazmettirir. İkincisi, yağların bağırsaktan kana karışmasını önler kolestrolü önler. Bir diğeri de cildinizi rutubetli tutar, cilt kurumaz yani.

-Bildiğimiz Yeşil Çay mı?

Yeşil Çay değil, yeşil limon kabuğudur, geri kalanı da su...

Güngör Denizaşan - Bilal sordun mu, Rahmi Bey rejim yapıyor mu?

Bilal Özcan – Aa evet, özel bir diyetiniz var mı?

Hayır, her şeyi yerim. Ona da inanmam, gazetede, televizyonda çıkıp ahkam kesiyorlar “işte şu organiktir, bu bilmem nedir” anlatıyorlar...

-Canınızın istediği her şeyi tatlı dahil yer misiniz?

Canım tatlıyı çok istemez ama istediğim zaman yerim.

-Ölçülü yersiniz ama öyle mi?

Az yiyeceksiniz!..

-Her şeyden az yiyorsunuz yani...

Her şeyi yiyeceksiniz az yiyeceksiniz. Çünkü vücudun her şeye ihtiyacı var bence. “Efendim ben sebzeyi şöyle yerim böyle yemem, az pişmiş sebze yerim de kızarmış sebze yemem; bilmem balığın ızgarasını yerim de tavasını yemem...” Ben böyle şey bilmem, hepsini yerim.

-Hayatta her istediğinizi elde ettiniz mi Rahmi bey?

Bu enteresan bir sual, bazen yattığımda kendi kendime düşünüyorum. Allah’ım bana her istediğimi verdi, ama insanın istemesinin sonu yok. Onun için bu arzularımda dahi kendimi gemlemeye çalışıyorum. “Şuyun var, buyun var, sağlığın var, daha ne istiyorsun?” diyorum kendi kendime.

-Hayatta başarılı olmak isteyen ve hayata yeni atılan gençlere öğütleriniz nelerdir?

Hayata atılacak gençlerin iki şeyden birine karar vermesi lazım, profesyonel mi çalışacaksın, yoksa girişimci mi olacaksın? O kararı verdikten sonra bazı gençler, mesela kapıcılık yapar, boyacılık yapar ama kendi yapar ve işine hakimdir. Bazı gençler de doğrudan doğruya bir şirkete girer ilerlemeye çalışır. Bunlar iki ayrı faktördür. Hatta, hatta kendi işini kuracak gençler dahi bir müddet profesyonel olarak çalışması lazım ki, hayatın girdisini çıktısını öğrensin; bu bir... İkincisi kapitalleri, paraları olmayabilir ama adamın içinde bir girişimcilik olur. Simit satarak başlar veya duvar boyası yaparak başlar, yahut bir sanat öğrenir. Bunların bazılarının içinde ateş yanar devamlı. Sonuç olarak gençlerin daha okuldayken, hayata girişimci olarak mı atılacak yoksa profesyonel mi çalışacak buna karar vermesi isabetli olur.

 

BEŞİKTAŞ GEÇEN SENE PARASIZ, KULÜPSÜZ, STADSIZ ŞAMPİYON OLDU. BU SENE PARASI VAR, KULÜBÜ VAR, STADI VAR, STİLİ VAR... STAT DÜNYADA EN MODERN İKİNCİ STAD SEÇİLMİŞ. KENDİNDEN SONRA GELENLE ARASINDA DA 5 PUAN FARK VAR AMA YOL UZUN. BEN ALACAKLARDA PARA CEBİME GİRMEDEN TAHSİLAT YAPILMIŞ SAYMAM...

 

Güngör Denizaşan – Bu röportajı sizinle 8 Mart’ta ‘Dünya Kadınlar Günü’nde yapıyoruz. Bu konuda bir mesajınız olabilir mi?

Dünyada böyle günler Birleşmiş Milletler ve Amerikalılar tarafından yapılmıştır ve bunlar daha ziyade ticari maksatla yapılır. Örneğin, Sevgililer Günü’nde dünyanın çiçeği, hediyesi alınır, satılır... Kadınlar Günü’nde hediye filan yok. Yalnız kadın haklarının daha iyi anlaşılması istenir. Kadınların erkeklerle daha eşit olması dile getirilir. Ancak orada da bir yanlışlık var; kadın-erkek eşitliği değil, kadın ve erkek haklarının eşitliği mühimdir. İkisini ayırt etmek lazım. Halbuki akıllı kadın vardır, aptal adam vardır. Aptal adam, akıllı kadının gelirinin üçte birini alır mesela. Hayır efendim ikisi aynı olacak, kadına verdiğin parayı adama da vereceksin olmaz. Haklar eşit olacak, eşit şartlarda eşit gelir elde edebilmeleri lazım. Hakların eşitliğini savunmak anlamında ‘Kadınlar Günü’ özellikle Türkiye için çok mühim. Üzerine basa basa, altını çizerek düşünülmesi lazım gelen bir konu. Şimdi son zamanlarda kadınların erkekler tarafından taciz edilmesi, yaralanması, bıçaklanması, öldürülmesi olaylarını anlamıyorum. Acaba bu eskiden beri vardı da haberleşme, anında bilgi edinme imkanı bugünkü gibi olmadığı için mi az duyardık? Yoksa kadına sürdürülen şiddet, toplum zenginleştikçe, nüfus arttıkça, insanlar daha da eğitildikçe mi çoğaldı? Yoksa bu vardı da bizim haberimiz mi yoktu? Maalesef bizim memleket, kadına şiddet konusunda dış dünyaya bir geri kalmışlık, ilkellik resmi veriyor. Bunun sebepleri bence eğitimden geçiyor.

Toplumda hem erkeklerin hem genç kızların ona göre yetiştirilmeleri lazım. Mesela, yurt dışında Türk ailelerin evlatları bu iki kültür farkı ve iki gerilim arasında parçalanıyorlar. Eve geldikleri zaman konservatif, dışarı çıktıkları zaman herkes herkesle dost, gayet liberal; bir kadınla konuşurken kimsenin aklından bir şey geçmiyor. Bu onlarda bir psikolojik depresyon yaratıyor. Yurt dışında bu gibi şeyleri çok gördüm. O bakımdan daha liberal olacağımıza maalesef daha konservatif, daha tutucu olmaya başladık.

-Rahmi Bey, Beşiktaş şampiyon olur mu?

Beşiktaş geçen sene parasız, kulüpsüz, stadsız şampiyon oldu. Bu sene parası var, kulübü var, stadı var, stili var... Stat dünyada en modern ikinci stad seçilmiş. Kendinden sonra gelenle arasında da 5 puan fark var ama yol uzun. Ben alacaklarda para cebime girmeden tahsilat yapılmış saymam. Hocam vardı rahmetli Bernar Nahum, onun yanında çalışıyorum, Amerika’dan otomobil ithal ediyoruz. Üç ay çalışmışım, “Evladım bin arabayı nasıl ithal ettiğini bana anlat” dedi. O zamanlar biliyorsunuz ithalat yasak, Türkiye’ye gelecek Amerikalıların araba ithal etme hakkı var. Onlar da Amerika’ya dönerken bu arabaları satıyorlar. O zaman dedim ki, “Adamı bulurum, katalog götürürüm, Ford almaya ikna ederim. Ondan sonra adam karısıyla konuşur, renk seçer ve siparişi veririz. Arabayı takip ederiz ve ayın ilk haftasında sipariş edersek bir dahaki ayın üretimine giriyor” Böyle anlatıyorum, o da dinliyor “Çok güzel” dedi... “Arabayı takip ederiz, gemiye yüklenir, sigortası, konşimentosu filan, gemiyle buraya gelir, gümrükçüye haber veririz, arabayı gümrükten çeker garaja alırız, yıkarız, parlatırız, ondan sonra getirir vitrine koyarız” dedim. “Evet...” dedi. “Ondan sonra...” dedim, “Bir kaç gün reklam olsun diye arabayı vitrinde tutarız. Sonra müşteriye haber veririz, ‘senin araban geldi, gel arabanı al’ deriz. Adam gelir arabayı alır” “Eee...” dedi, “Sonra?..Tahsilat kuzum, tahsilat yapıldı mı?..”

-Hahaha çok güzel...

Ondan sonra öğrendim ki en mühim tarafı o; yani tahsilat...

 

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.

Politika Haberleri