Bir "Ahlak" Sorunu mu, Yoksa Yapısal Bir "Anomi" mi?
Sabah haberlerine bakmak, artık sadece gündemi takip etmek değil, kolektif bir travmayı yeniden deneyimlemek haline geldi. Son zamanlarda patlak veren ve hepimizin kanını donduran birçok skandalı düşünün. Hani şu, insan hayatını korumak üzerine yemin etmiş profesyonellerin, yaşamı bir kâr marjına, insan bedenini ise bir ticari metaya indirgediği o korkunç olay ya da devletin emanetini bir gecede soyup kaçan görevli memur ya da polisin masum birini öfkeyle dövmesi hatta çocuk yuvalarında çocuklara yapılanlar, medreselerde yaşanan olaylar, esnafın müşterilerine reva gördükleri vb. bir çok olayı örnek verebiliriz.
Bu olaylara toplumun ilk tepkisi haklı ve öfkeli olarak hep şu cümleler üzerinden oldu : "Vicdanımız kurudu", "İnsanlığımızı kaybettik", "Çürüdük..."
Medyada ve sokakta yankılanan bu "çürüme" söylemi, duygusal olarak tatmin edici olsa da aslında sosyolojik olarak eksik bir ifadesidir. Mesele toplumsal ise olaya bir sosyolog nazarından bakmak gerekir, karşımızdaki tablonun adı sadece "kötülük" değil, aslında Emile Durkheim’ın bir asır önce teşhisini koyduğu o sinsi hastalık daha iyi bir teşhisolacaktır : Anomi. Yani kuralsızlık, normsuzluk ve sınırsızlık hali.
Peki, ne oldu da beyaz önlüklerin, cübbelerin, üniformaların kutsallığı, yerini soğuk bir hesapçılığa, çıkarcılığa bıraktı?
Sorunu, sadece o suçu işleyen bireylerin "kötü insanlar" olması olarak görmek bizi yanıltacaktır. Sorun, bireyi o suçu işlememeye ikna edecek, onu frenleyecek, "Burada durmalısın, bu sınırın ötesi mesleğine ve toplumuna, insanlığa ihanettir" diyecek yapısal bir otoritenin, yani meslek ahlakının, yok oluşudur.
Örneğin anomi tanımını ortaya atan Durkheim, Meslek Ahlakı (Professional Ethics) üzerine derslerinde, modern toplumun krizini tam da buradan okur. Ona göre devlet, bireyin ruhuna dokunmak için fazla uzak ve soyuttur. Aile ise modern dünyada küçülmüş, etki alanını yitirmiştir. Birey, sınırsız arzuları ve kazanma hırsıyla baş başa kalmıştır. İşte Yenidoğan skandalları, adliye emanet soygunu veya benzeri yapısal yozlaşmalar, tam da bu "arada kalmışlığın" sonucudur.
Çünkü bir doktoru, bir mühendisi veya bir bürokratı, sadece yasaların korkusuyla "iyi" tutamazsınız. Onu, ait olduğu topluluğun (meslek grubunun) manevi baskısı ve o grubun oluşturduğu "kollektif vicdan" denetleyebilir.
Bugün Türkiye'de eksikliğini hissettiğimiz şey, tam olarak Durkheim’ın reçetesini yazdığı o ‘Meslek Birlikleri’ dir. Ancak kastettiğim, sadece üyelerinin maaş zammını savunan sendikal yapılar değil. Kastettiğim mensuplarına ; ‘Sen sadece para kazanan bir iktisadi birim değilsin, sen ahlaki bir cemaatin parçasisin’ diyebilen, kendi içindeki çürük elmaları devletten önce kendisi ayıklayan, üyelerine yaptıkları mesleğin ve etik insani değerlerin gerekliliğinin önemini savunduran bir yapı olmasıdır.
Biz "çürüme" dedikçe, aslında sorunu bireyselleştiriyor ve sadece lanetleyerek rahatlıyoruz. Oysa ihtiyacımız olan şey nostaljik bir eski ahlaka dönüş çağrısı değil rasyonel, yapısal ve kurumsal bir onarımdır.
Onarım dediğimizde değer yargılarını kullanarak parmak sallamakla değil, gerçekliğin yeniden ve sağlıklı bir şekilde inşa edilmesiyle mümkündür. Bir mesleğin onurunu, o mesleğin mensupları korumadığında, toplumun o mesleğe dair gerçeklik algısı yıkılır. Kurumlar ve halk arasında güvenin bittiği yerde ise toplum olmak kavramı ve toplumsal yaşam eylemi de zarar görecektir.
Bu çözümlemelerin örneği Anadolu topraklarında yüzyıllar boyunca pratik olarak uygulanmıştır. Belkide Durkheim 13. yüzyıl Anadolu'sunu inceleyebilseydi, "İşte aradığım model bu!" Diyebilirdi. Biliyoruz ki ahilikte iş yeri aynı zamanda bir mabet, usta aynı zamanda bir mürşittir. Bu bağlamda baktığımız da Durkheim'ın "kutsalın toplumu bir arada tutma gücü" tezinin ticarete yansımış halini görüyoruz. Örneğin ; Ahi teşkilatı, bir ayakkabıcının ne kadar üreteceğini, kaça satacağını (Narh sistemi) ve komşusu siftah yapmadıysa müşteriyi ona yönlendirmesi gerektiğini belirler. Yine dillerimizde plesenk olmuş bir söz "Pabucunu Dama Atmak" her nekadar biz bu sözü bireysel ilişkilerimizde farklı bağlam da kullansak da aslında, Ahiliğin toplumsal onarım ve denetim mekanizmasının en somut örneğidir ve sosyolojik olarak müthiş bir "yaptırım" gücüdür. Hileli mal üreten veya ahlaka aykırı davranan esnafın pabucu, Ahi Baba tarafından dama atılır. O esnafın itibarı sıfırlanır, kimse ondan alışveriş yapmaz. Devletin polisi veya mahkemesi devreye girmeden, ‘meslek birliği’ yani yine çok kullandığımzı ama işlevini tam anlamıyla görmeyen o ‘sivil toplum’ kendi içindeki çürümeyi temizler. İşte Durkheim'ın modern toplum için önerdiği ama başarılamayan otokontrol modelinin örneği budur.
Sonuç olarak yaşadığımız şey sadece birkaç kişinin vicdansızlığı değil, kurumsal bizlerin (meslek gruplarının) işlevsizliğidir. Tedavi, bireyleri tek tek ahlaklı olmaya çağırmak kadar naif bir çaba olamaz. Tedavi mesleki yapıların, kendi mensupları üzerinde yeniden ahlaki bir otorite kurabilmesindedir.
Aksi takdirde her sabah yeni bir "çürüme!" haberiyle uyanmaya ve sadece kınamaya devam edeceğiz.